Sosyal bilimlere özgü kavram ve teorileri başka toplumlardan alarak sistem kurmaya çalışan bizim gibi toplumlarda, toplum doğasına uygun olmayan ithal sistemler, ne doğru anlaşılabilmekte ne de toplumsal sorunların çözümünde tam anlamıyla yol gösterici olabilmektedir. Bu doğrultuda ekonomi biliminin kavram ve teorilerinin metodolojik olarak tümdengelimci, soyutlamacı, evrenselci niteliği de, gerçekte geçerli olup olmaması bakımından tartışılmakta; ekonomi biliminin, toplumların öznelliğini göz ardı ederek onları homojenleştirme eğilimi eleştirilmektedir.
Bireysel çıkarları önde tutan toplumlarda kurulmuş teoriler, sosyallik ilkesine dayalı toplumları anlama ve açıklamada etkin olmayabilmektedir. Sosyallik temelli toplumlarda ‘Homo Oeconomicus’ modeli yerine ‘Homo Sociologicus’ ya da ‘Homo Socio-oeconomicus’ modelleri bağlamında, toplumun bütünselliği içinde birey olmak anlam kazanmaktadır. Homo Sociologicus modelini ileri süren sosyolog Ralf Dahrendorf (1969) ve Homo Socio-oeconomicus modelini ileri süren sosyolog Siegwart Lindenberg’in (1990) Alman olması bu noktada ilgi çekicidir. Almanya, düşünce ve toplum sistemi olarak modernizmin ve kapitalizmin temel alındığı bir ülke olsa da, bireysellik ve tikellik değil, sosyallik ve tümellik ilkelerine dayalı bir topluma sahiptir [1]. Bu bağlamda, bütünsellik temeline dayalı bir toplumun sosyologlarından Homo Sociologicus ya da Homo Socio-oeconomicus gibi, bireyci değil, toplumcu modellerin çıkması anlamlıdır.
Türkiye de bireycilikten çok toplumculuğun öne çıktığı bir yapıdadır. Bu açıdan Homo Sociologicus ya da Homo Socio-oeconomicus modelleriyle daha anlamlı bir şekilde değerlendirilebilir. Ne var ki, modernleşme, kapitalistleşme ve kentleşme eğilimlerinin baskınlığı nedeniyle toplumumuzun öz değerlerini görmeye ve anlamaya yönelik çabalar zayıf kalmaktadır. Bu eğilimler, bireyselliğin yükselmesiyle birlikte, sosyal yapımıza uygun kurumların ve davranışların ikincilleşmesi sürecini yaratmaktadır. Sürecin ekonomi bilimine yansıması da, Homo Oeconomicus’un sorgusuz kabullenilmesi ve sosyal modellerin farkında bile olunmaması yönündedir. Fakat bu durumda iktisatçılar yine kılıçlarını çekmektedir: Ceteris paribus! Hatta eklemektedirler: ‘Bunlar (sosyallik ve/veya sosyal modeller) ekonomi biliminin inceleme alanına girmemektedir.’
İktisatçıların bu önermesi belli ölçüde haklı görülebilir. Ancak, ekonomik davranışların özellikle bizim gibi toplumlarda bir ‘bağlam’ içinde oluştuğu da göz ardı edilemeyecek kadar dikkat çekmektedir. Ekonomik davranışların kültürel, politik, hatta teknolojik bağlamı, ekonomi bilimi araştırmacıları için değilse de, en azından gündelik yaşamda gerçekliğini korumaktadır. Bu temelde olmak üzere ekonomi sosyolojisi ve/veya politik ekonomi üzerine çalışanlar; bir başka açıdan, heterodoks anlayışa sahip iktisatçılar bu gerçekliğe ilgi duymaktadır.
Ekonomi biliminde heterodoks anlayış, ekonomi bilimi ile felsefe arasındaki diyalogtan doğmuştur. Heterodoks okullar, egemen anlayışın tekil, soyut ve tarihsiz diline ve ekonomi bilimini ‘sosyal boyutu düşünemeyen bir sosyal bilim’ haline getirmesine itiraz eden çeşitli eğilimlerden oluşmaktadır [2]. Bu doğrultuda, ekonomi teorisinin yol göstericiliği önemli olsa da, onun dışsallaştırdığı sosyal gerçekliği dikkate alan bir bakış yükselmekte ve ekonomi bilimi içinde giderek daha anlamlı görülmektedir. İnsana, insanın sosyalliğine yönelmesi itibariyle, heterodoks anlayışla yakın anlamda olmak üzere ekonomi sosyolojisi de, bireysellikten çok, toplum bağlamını dikkate almaktadır.
Ekonomi sosyolojisi, insan doğasının evrensel olmayıp farklılaşmasından hareketle ekonomik sistemlerin de farklı biçimlerinin olduğu düşüncesini içermektedir. Bu bağlamda toplumların tarihsel olaylar nedeniyle farklı yönlerde geliştiğine dikkat çekmekte ve toplum kavramına vurgu yapmaktadır [3]. Ekonomi sosyolojisinin bu özelliği; toplumların zaman içinde biçimlenmesinin ve toplumsal sisteme ve yapıya bakarak ekonomik davranışları anlamanın önemini ortaya koymaktadır.
Türkiye; modernleşme, endüstrileşme ve kentleşme temelindeki kapitalistleşme sürecini Batı toplumlarına göre yaklaşık 2 yüzyıl geriden işletmeye başlamıştır. Buna ek olarak Batılı iktisatçıların teorilerinin de yaklaşık olarak aynı dönemde (20. yüzyılla birlikte) daha yoğun öğrenildiği düşünüldüğünde, toplumumuza özgü değerler, kurumlar ve davranışların dönüşerek Batılılaşması da geç ve güç olmuştur/olmaktadır denilebilir. Bu süreç, uyum esnekliği bağlamında kültürün ancak uzun dönemde değişmesi gerçeğiyle de [4] bağdaşmaktadır. Bu bağlamda, Türk kültürüne özgü davranışlar Batılı toplumlardaki gibi rasyonellik temelinde bireyci, piyasacı, rekabetçi bir çizgide ortaya çıkmamaktadır. Batılı toplumların bu yapısı bizim toplumumuzda da öğrenilmekle birlikte, bize özgü durumlar ve süreçler pratik olarak gündelik yaşamda gözlemlenebilmekte; sosyoloji, ekonomi sosyolojisi gibi alanlarda bu özgünlükler üzerine çalışmalar yürütülebilmektedir. Toplumumuza özgü şeylerin bilincine varmadan, toplumu anlamak da, toplumsal sorunlara çözüm üretmek de güç olmaktadır.
Türk toplumunun, gündelik yaşamda da rahatlıkla gözlemlenebilecek bazı özellikleri ekonomik davranışlar üzerinde belirleyici olan sosyolojik niteliklerdir. Bunlar özetle şöyle değerlendirilebilir:
Türkiye’de toplumsal yaşayışın önemli kurumlarından/oyuncularından biri devlettir. Devletin, bireylerin gözündeki anlamı onun koruyucu olmasıdır. Bir baba karakterine sahip olan devlet; bireyler üzerinde öncelikle koruma işlevine sahiptir. Koruyucu güvenlik çerçevesinde düşünülecek olursa, riskler ortaya çıkmadan, yani birey zarar görmeden önce devletin gerekli önlemleri alması beklenir. Bu durumda, bireylerin sorumluluk ve eylemlerini geliştiren, potansiyellerini gerçekleştirmelerini sağlayan sosyal yatırım devleti anlayışı anlam kazanmaktadır. Bu felsefedeki devlet; eğitim, sağlık ve diğer sosyal yatırım alanlarında harcamalar yapmaktadır. Giderici güvenlik bağlamında ise devlet, ortaya çıkan zararları karşılamaktadır ki; devlet bütçesi bu bakımdan etkin kullanılamıyor demektir [5]. Çağdaş güvenlik anlayışı ağırlıklı olarak koruyuculuk ilkesine dayanmaktadır. Bu ilke temelinde hem bireylerin yapabilirlikleri gelişmekte, yeni yoksulluk tanımı olarak algılanan yapabilirlikten yoksunluk (capability deprivation) yaşanmamakta [6], hem de devletin gereksiz harcamalar yapması önlenmektedir.
Türkiye’de devlete ilişkin algı ve beklenti hem koruyuculuk hem de gidericilik yönündedir. Bu da devlet kurumunun bütünsel olarak bir ‘baba’ gibi görüldüğünü göstermektedir. Örneğin, devlet bir iş ve kazanç olanağı olarak görülmektedir; bu bakımdan gündelik yaşamda ‘devlet kapısı’, ‘devlet kuşu’ gibi deyişler sıkça kullanılır. Kuraklık, sel, don, deprem gibi doğal felaketler karşısında devletin kurtarıcılığı beklenir. Neo-liberal söylemle ters düşse de, devletin iktisadi teşebbüslerinin iş, kazanç, konut, gıda gibi olanakları sağlaması beklentisi her zaman olmuştur. Devletin kendi ürettiği, süt, yoğurt, giysi gibi malları ve lojman, sosyal tesis gibi hizmetleri yine kendi işçisine sunmasının gerekli ve olağan görüldüğü dönemler yaşanmış olup, bugün de aynı olanaklara hiçbir devlet çalışanının itiraz etmeyeceği bir sosyal görüş söz konusudur. Ancak, neo-liberal ekonomi politikaları bugün devleti oldukça sınırlandırmaktadır ve küresel eğilim bu yöndedir.
Türkiye’nin, ekonomi sosyolojisi bağlamında değerlendirilebilecek bir başka özelliği; aile firmalarının ekonomik yapıda büyük öneme sahip olmasıdır. Aile, Türk toplumunda önemli bir yapı taşıdır. Toplumsal dokunun korunması için devlet kurumunun olduğu gibi, aile kurumunun da korunması gerekir. Ailenin korunmasının çeşitli boyutları vardır. Ailenin ahlak kurallarının yerleşikliği, aile kültürünün oluşturulması, ailenin yeni kuşaklarının yetişmesi, geçim kaynaklarının sürekliliği gibi boyutlar aile kurumunu güçlendirmektedir. Bu bağlamda aile firmalarının ekonomik önemi kadar, sosyal işlevi vardır; aile firmalarının varlığı ve gücü, ailenin korunmasını sağlayan öğelerden biridir.
Türkiye’de aile firmaları, küçük, orta ya da büyük ölçekli olmak üzere her düzeyde firmaların çok büyük bir oranını oluşturmaktadır. Bu durum dünya genelinde de böyledir. Fakat bireyselliğin daha öne çıktığı kapitalistleşmiş toplumlarla karşılaştırıldığında; sosyalliğin, dayanışmanın anlamının büyük olduğu Türkiye’de ailenin mülkiyetindeki firma daha özel önemdedir.
Ailenin ve aile firmasının anlamlı olduğu toplumumuzun Batılı kapitalist piyasa toplumları gibi olma eğilimi de bir gerçektir. Bireysel çıkarların üstünlüğü ve maddeci kültürün baskınlığıyla açıklanabilecek olan piyasa toplumlarında görülen, aile firmalarının, aile değerleri ile maddi değerler arasında sıkışması ve aile üyelerinin (bir başka deyişle, aile firmasının aileden yöneticilerinin) arasındaki yönetim anlaşmazlıkları, Türk aile firmalarının da yaşadığı sorunlardandır. Bu noktada maddi değerlerin aile değerlerine üstün gelmesi; firmanın da, ailenin de bölünmesine yol açabilmektedir.
Türkiye’de, esnaf ve zanaatkar dediğimiz küçük ölçekli aile firmalarında, sonraki kuşakların bu geleneksel meslekleri sürdürmede isteksizliği söz konusudur. Sonraki kuşaklar; yeni yükselen, çağdaş kapitalizmin mesleklerine yönelebilmektedir. Bu küçük aile firmalarının küresel firmalarla rekabet edebilme gücü zayıfladığı ölçüde, ailenin büyükleri; genç kuşakları yeni mesleklere ve kazanç alanlarına gönüllü olarak yönlendirmektedir.
Bir başka boyutta, büyük ölçekli ve/veya holding biçiminde aile firmalarında, ailenin mal varlığını korumanın bir yolu olarak vakıf kurma seçeneği göze çarpmaktadır. Vakıflar, aile firmaları eliyle sağlanan parasal birikimin sosyal sorumluluk bağlamında eğitim, sosyal adalet, ekoloji gibi alanlarda değerlendirilmesine yönelik kurumlar olarak öne çıkmaktadır. Böylelikle bir yandan ailenin mal varlığının dağılması önlenirken, diğer bir yandan ailenin adı ve birliği de sürdürülmeye çalışılmaktadır.
Türkiye’yi anlamak bakımından devletin ve ailenin toplumsal sistemdeki yeri ve önemine dikkat çekmek bu yazının konusunu oluşturmuştur. Bu doğrultuda ekonomi sosyolojisi açısından bakmak bizim için daha gerçekçi görünmektedir. Benzer şekilde başka toplumsal özelliklerimiz de kuşkusuz vardır. Bunlar da bir sonraki yazının konusu olacaktır.
Kaynaklar
[1] Charles HAMPDEN-TURNER ve Alfons TROMPENAARS, (1995), Kapitalizmin Yedi Kültürü, Çeviren: Füsun DORUKER, Sabah Kitapları, İstanbul, s.11-15.
[2] Feridun YILMAZ, (2011), ‘Düşünceden Kaçış Çabasının Öyküsü: İktisadın Felsefeden Kopuşu’, İktisadı Felsefeyle Düşünmek, Editörler: Ozan İŞLER ve Feridun YILMAZ, İletişim Yayınları, İstanbul, s.43.
[3] Frank DOBBIN, (2005), ‘Comparative and Historical Approaches to Economic Sociology’, The Handbook of Economic Sociology, Editors: Neil SMELSER and Richard SWEDBERG, Second Edition, Princeton University Press, New Jersey, p.26-27.
[4] Hüsnü ERKAN ve Canan ERKAN, (1998), Kültür Politikamızda Yeni Boyutlar: Türkiye’nin Geleceğine Yönelik Kültür Değerleri ve Politikaları, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s.3-4.
[5] Anthony GIDDENS, (2000), ‘Eşitsizlik ve Sosyal Demokrasi’, Çeviren: Murat Cemal YALÇINTAN, Üçüncü Yol Arayışları ve Türkiye, Yayına Hazırlayan: Murat Cemal YALÇINTAN, Büke Yayınları, İstanbul, s.28.
[6] Amartya SEN, (2004), Özgürlükle Kalkınma, Çeviren: Yavuz ALOGAN, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s.126-158.
İlk Görsel: http://ufsac.org/
Türkiye’nin Toplumsal Gerçeklerine Ekonomi Sosyolojisi Penceresinden Bakmak – 1
