Kavramlar ve Kategoriler
1. “İçeri” neresidir? “Dışarı” neresi? Bu sorular sadece fiziksel mekânlarla alakalı değil: İnsan hep birtakım durumların, ruh hallerinin, toplumsal kuralların, dilin, bakış açılarının, hayat anlayışlarının “içinde”dir. İçerde olan ise hep bir aşinalık, tanıdıklık, güvenlik hissi ile bağlantılıdır. Buna karşılık “dışarda” olan güvenli sınırların ötesinde olandır. Dışarının ucu bucağı yoktur. Karanlıktır. Tekinsizdir. Tıpkı fiziksel olarak dışarda olanın tedirginlik yaratması gibi (“kim bu gece vakti sokakta yürüyen”) bizim her türlü aşinalıklarımızın dışı veya ötesi de korkutucu görünür: Bu ister bize benzemeyen biri, ister bilmediğimiz bir yaşam tarzı isterse de farklı bir düşünce olsun.
2. Sınır, pek çok kişi için “güvenlik” sağlamaktadır. Dışarı ise bilinmez olana işaret etmektedir. Dışarısı, yaban olandır.
3. “Düşünce” veya “anlayış” gibi kelimeler kullandığımızda ise genellikle nelerin “kavranmış” olduğunu ima ederiz. Yani düşünce olarak adlandırdığımız etkinliğin temelinde “kavram”lar vardır ve bunlarla da ima edilen çerçevelenmişlik veya sınırlandırılmışlıktır. Sınırlandırılmış olmak ise yukarıda da belirttiğimiz gibi güvenlik hissinden bağımsız değildir. Dolayısıyla kavramların bize rahatlık verdiği de iddia edilebilir; zira kavramlar adeta bize sınırları belirli, ihtivası net bir sabitlik sunmaktadırlar.
4. Fakat kavramlar, her ne kadar kavranabilirlik (el ile tutma) iddiasında olsalar da buzdolabının içindeki bir buzluğa benzemezler; yani, anlamlar minik kavram kutucuklarına konulup sabitlenemezler. Kavram, donuk ve sabit bir göldense bir ırmağa benzer. Herhangi bir kavramın kaynağı, kullanım koşulları, gelişim aşamaları ve işaret edebilecekleri akışkandır. Yani kavramlar bir yolculuktan gelmektedirler (hepsinin geçmişten günümüze kat ettikleri yollar izlenebilir). Aynı şekilde kavramlar her kullanılışlarında da başka başka şeyler ifade edebilirler. Kısacası bir kavram, aslında uzun bir yolculuktan gelmiş bir misafir (seferde olan) gibidir. Daha da ötelere gidecektir.
5. Eğer kavramları ezeli ve ebedi sabit bir içeriğe/sınıra bağlı olarak değil de yukarda anlattığımız biçimde anlarsak düşüncenin ve anlayışın ancak kavramlardan “yola çıkarak” mümkün olduğu sonucuna da ulaşabiliriz. Düşünmek sabitlenme veya sabitleme çabası değil, hareket iması barındırmaktadır. Düşünmek bir yere varmaktan çok, yola çıkmaya benzer.
6. Düşünme, nokta veya ünlem işaretlerinden çok soru işaretleri ile ilerler. Ve noktanın (veya ünlemin) sınırlarını ve düzlüğünü, soru işaretinin derinliği ve genişliği bozar. Sorgulamak, gerçekten de yola koyulmaktır. Son istasyonda olmadığımızı anlayıveririz. Dolayısıyla düşünmek bilmeye değil bilinmeze doğru bir harekettir. Başka bir şekilde ifade edersek, düşünmek, sınırları içerisinde rahat edeceğimiz duvarlar örmek değil, etrafımıza çoktan örülmüş olan her tür anlayıştan öteye geçmektir. Bilinir olduğunu düşündüğümüz şeyleri sorun haline getirmektir. Düşünce güvenli olana doğru değil güvensiz olana, tekinsiz olana doğru bir harekettir. Düşünce, huzur arayışı değil, kişinin huzursuzlukları ile muhabbetidir.
7. Kavramlardan oluşan, düşüncelerimiz dediğimiz ve yaşamlarımızı şekillendiren önermelere kategorilerimiz diyebiliriz. Bu kategoriler ilişkilerimizi, meslek seçimlerimizi, evimizi döşememizi, tatile çıkış tarzımızı, inanç dünyamızı belirlerler. Bizler aslında kendi düşüncelerimizle hayatımızı şekillendirdiğimize inanırken, bizden önce var olan kategoriler bizleri çoktan şekillendirmiş olur. Daha sonra –genellikle- bizler de bu kategorilerin taşıyıcısı ve savunucusuna dönüşürüz.
8. Yaşam hakkında neyin ne olduğuna ve neyin nasıl olması gerektiğine dair en temel kategoriler bizlere on – on iki yaşına kadar aşılanır. Ve bizler de bu yaşlara kadar inandırıldığımız kategorilerin doğruluğundan ve geçerliliğinden ömür boyu şüphe etmeyiz. Bu kategoriler, adeta bir bayrak yarışı gibi ebeveynlerden çocuğa sürekli aktarılır. Küçük çocuklar bu kategorileri sürekli sorgularlar fakat sorularına cevap alamadıkça veya bu sorulardan dolayı azarlandıkça onlar da yavaş yavaş nasıl yaşanılacağı, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ifade eden bu sabit kategorilerin taşıyıcısı olmaya başlarlar.
9. Genellikle anne, baba, öğretmen, eş, arkadaş, politikacı, din insanı, uzman, reklamcı, medya ve her tür otorite kategorileri sürekli tekrar eder ve sorgulanmasını istemezler. Daha doğrusu, herhangi bir kategoriler kümesine göre hayatını sıkı sıkıya şekillendirmiş hiç kimse, bu kategoriler kümesinin yakınına iliştirilecek herhangi bir soru işaretine tahammül edemez ve kendisini saldırı altında hisseder. Çünkü hem hiç sorgulamadan inandığı otoriteler sorgulanmamış olur hem de hayatını hiç kendi başına şekillendirme cesaretini göstermediğini hatırlar. Dolayısıyla içinde kendini güvende hissettiği kategorileri sorgulamaktansa, bu kategorilerin dışında ve farklı olanla karşılaştığında bazen öfke duyar, bazen dalga geçer ve hatta bazen de yok etmeye çalışır.
10. Katılaşmış, esnemez, geçişkenliği olmayan kategorilere sahip olanlar için anlayışın ve yaşamın sınırları bellidir ve aşılmamalıdır. Kendilerini bu kategorilere göre sınırlandırmış olanlar ve bu sınırlar dahilinde güvende hissetmek isteyenler, kendilerine benzemeyenleri sevmezler; zira bu farklı olanlar bizlere konumumuzun evrensel, ezeli ve ebedi olmadığını hatırlatırlar.
11. Ancak insan kendi sesine ve hayatına sahip olmak için her tür katılaşmış ve insanı sınırlayan “bu budur” veya “şu şekilde yaşamalısın” diyen kategoriyi sorgulamayı, aşmayı ve tekinsiz olana doğru hareket etmeyi denemelidir. Ve elbette bu, ölene kadar hiç bitmeyecek bir harekettir.
12. Bu şekilde kategorilerin gevşemesi ve dönüşmesinin pek çok olumlu sonucu olacaktır. Öncelikle öteki düşmanlığı buharlaşacaktır; zira öteki düşmanlığı her zaman kategorilerle oluşur (“biz iyiyiz, onlar kötü”). Öteki düşmanlığı ise korku ve nefretten gücünü alır. Bu durumda ben ve öteki arasındaki farkların azalması, aynı zamanda kaygılar ve korkuların da silinmesi demektir ki bunların yerine her zaman sevgi ve anlayış gelir. Aynı şekilde hayata sabit kategorilerden bakmamak, zamanın akışını, değişimi yani yaşamın ta kendisini onaylamak demektir. Zira, sabit ve zamandan bağımsız kategorilere sahip olduğu inancıyla “son”, “nihai”, “tek” gibi sıfatlarla hayatın akışını ve zamanı reddeden insan, aslında her şeyin değiştiği ve aktığı hayatı da reddetmiş olur.
13. Düşünmek ve yaşamak cüret etmektir, yola çıkmaktır, zamanın akışı ile barışmaktır; “güvenlik” arayışı değil hayata “güven”dir. Dolayısıyla soru sormak ve açık olmaktır. Tekinsiz olana, gizeme ve varlığa doğru hareket etmektir. Belirsizliklerle dost olmaktır. Varlığa tanık olmaktır; yani, varlığın mucizesine şahit olmaktır. Bu anlamda düşünmek, ölene kadar sürecek, kalıpları sürekli dağıtan ve bu anlamda yaşamı sürekli tazeleyecek olan bir muhabbettir.
Yürüyen Annem ve Suriyeli Arkadaşım
Kategorilerin şiddetine ve bunların dışında olmaya dair yukarda söylediklerimi kendi hayatımda tanık olduğum iki olay ile örneklendirmek istiyorum.
***
Annem her gün yürür. Çiçeklere bakar. Göğe bakar. Ağaçlara bakar. Hayatta gördüğü, deneyimlediği, düşündüğü ve hissettiği şeyleri kendi gönül süzgecinden geçirip resimler yapar. Yürüyüşlerinde yere atılan çöplere hem kızar hem de üzülür. Toplar onları, çöpe atar. Üzülür çünkü çok sevdiği doğaya zarar verilmektedir, kızar çünkü varlığın güzelliğine saygısızlık yapılmıştır.
Annem, babasının memleketi olan Trabzon’u hiç görmemiş. Oraya ailece gidelim istedi. Fakat, bizi daha fazla beklemedi (zira bizlerin hep bir işi çıkıyordu veya bir türlü ayarlayamıyorduk) ve kendi başına gitti. “70 yaşını aştım” veya “kadın başıma nasıl giderim” demedi ve gitti.
Kadınların evde oturmaları, seyahat etmemeleri beklenen bir zihin yapısı -ne yazık ki- Türkiye’de hala yoğun. Gezmek, maceralar yaşamak, görmek kategorik olarak hep erkeğe uygun görülmüş. Gitmek hep erkeğin hakkı, kalmak ise kadının görevi olarak anlaşılmış. Dolayısıyla, kadınlar kendi kendilerine gezmek; acısıyla tatlısıyla serüvenler yaşamak ve kendilerine sunulanın ötesinde, dünyayı kendi gözleri ile görmek istiyorlarsa pek çok psikolojik bariyeri de aşmaları gerekiyor.
Bunun yanında kadınlara hak görülmeyen “gitme,” “gezme,” “serüven” belirli bir yaşın üzerini geçenlere de hak görülmüyor. “Kadınlık” kategorisini uyduran ve bu kategoriye “gitme”yi uygun görmeyen zihniyet “yaş” konusunda da aynı davranıyor. Örnek vermek gerekirse “yaş” ile ilgili kategorik düşünen zihin şöyle cümleler kurar: Şu yaşta, şunlar yapılır; bu yaşta şunlar giyilir; şu yaşta isen arkadaşların şu yaş grubundan olmalıdır; yaşın şu ise şunları yapamazsın vs. Annem de çıktığı yolda konuştuğu birilerinin daha sonra kendisi ile ilgili “gezmek için daha ne kadar yaşlanacaksa” diye fısıldaştıklarını duymuş.
“Yaş” veya “kadınlık” kategorileri ile değil de hayatı seven birisinin varlığa ve güzelliğe şahit olma isteği ile hareket ettiğini düşündüğüm veya başka bir ifade ile en ufak çiçeğinden gökteki buluta kadar her şeyi coşku ve keyifle seyrettiğini düşündüğüm annem kendisine engel olacak kategorilerle karşılaştığında onları ciddiye almıyor ve gezmeye, yürümeye, varlığı seyretmeye devam ediyor.
***
İki bin on yılında Almanya’daydım. Doktora çalışmalarımı geliştirmek amaçlı bulunuyordum. Kaldığım yurtta karşı komşum Suriyeli Yezidi bir tıp öğrencisiydi. Suriye’de Yezidilerin yaşadığı sıkıntılardan dolayı 17 yıl önce ailesi ile Almanya’ya iltica etmek zorunda kalmış. Yersiz-yurtsuz kalmışlığın derin acılarını çektiğini düşündüğüm bu arkadaşımın iltica etmesi, tıpkı evini terk etmesi gibi kolay olmamış. Hemen Almanya’ya kabul edilmemişler; ilk iltica talepleri reddedilmiş. Daha sonra tekrar başvurmuşlar. Bu sefer olmuş. Hayatının çeşitli aşamalarında pek çok işte çalışmış, fakat çok azimli olan bu arkadaşım çabaları ile tıp öğrencisi olmuş. Şu an doktor da oldu, iki küçük çocuğu var ve hayatına Almanya’da devam ediyor.
Ankara’da yaşadığımı bilen bu arkadaşım benden iki bin on dört yılında kuzenine yardım etmemi istedi. Kuzeni de kendisi ile on yedi yıl önce Almanya’ya iltica etmiş. Fakat geride annesi ve babası kalmış. Arkadaşımın benden ricası, kuzenine Ankara’da birkaç gün kalacak bir yer bulmam; onu anne-babası ile buluşacakları terminale götürmem ve daha sonra da hep beraber gidecekleri Alman Konsolosluğuna götürmemdi. Benden istenen basitti. Fakat ortadaki büyük trajediyi görmemek mümkün değildi. 12 yaşında anne babasından ayrılmış bir çocuk, tam on yedi yıl kendisini hiç görmemiş anne babası ile 29 yaşında bir adam olarak karşılaşacaktı. Arkadaşımın kuzeni ile metroya sabah erkenden bindik. Çok yorgundu, bir şey yiyecek fırsatımız da olmamıştı. Fakat yolumuzun üstünde satılan nar sularından aldık. Anne babasının karşısına belli ki derli toplu çıkmak isteyen bu arkadaş düzgün bir elbise ve beyaz da bir klasik ayakkabı giymişti. Metroda bir grup kişinin bu arkadaşla dalga geçtiklerini duydum. Şöyle diyorlardı “Tipe bak. Ayakkabıya bak. Şu içtiğine bak sabah sabah”. Çok sinirlendim; fakat bu arkadaş beni durdurup ne olduğunu sordu. Durumu anlattım. O da ancak İsa’da olacak bir bilgelikle “Kızma onlara. Onlar ne yaptıklarının farkında değil” dedi. Burada da kendini hep haklı ve hep doğru gören kategoriler iş başındaydı. Bu grup, insanî olan hiçbir şeyi sezmeyip, kendilerince bir “orta doğululuk” kategorisinden ötekine saldırma hakkı veya onu aşağılama hakkı buluyorlardı. Bu kategorileri ciddiye almanın veya bunlara sinirlenmenin fersah fersah ötesinde olan arkadaşımın kuzeni terminalde anne babası ile bir araya geldi. Sarıldılar. Yılların hasretine rağmen sessizce ağlaştılar. Yollarına devam ettiler.
İlk Görsel: Wilhelm Reich’in “Dinle Küçük Adam” isimli kitabından
*Homo normalis kavramı Wilhelm Reich’ın Dinle Küçük Adam başlıklı kitabında sıklıkla geçmektedir. Başlık buradan mülhemdir.