Şimdi meseleyi biraz somutlaştıralım. Yazının birinci bölümünde sosyalistleri eleştiren Mises’ten bahsetmiştik. Mises’e (1935, s. 89) göre “Sosyalizmde tüm üretim araçları toplumun mülkiyetindedir.” Dolayısıyla sosyalizm “üretim araçları piyasasının ve bu araçların fiyatlarının olmaması” demektir (Mises, 1998, s. 260). Dahası, özel mülkiyetin olmadığı bir sistemde ne kaynakların etkin kullanımı için bir teşvik mekanizması, ne de bunun temelini oluşturan kâr-zarar güdüsü vardır. Bu da kaynakların israf edilmesi anlamına gelecektir. Bu nedenle Mises’e göre sosyalizm “akılcı bir ekonominin ortadan kaldırılması” demektir. Ama aynı Mises şunları da yazıyor:
“Üretim araçlarının özel mülkiyetine dayanan bir toplumda, bu araçların bir kısmının kamuya ait olması ve kamu tarafından işletilmesi – yani bunların devlete ya da devlet kurumlarından birine ait olması ve onun tarafından işletilmesi – sosyalizmin ve kapitalizmin birleştirildiği karma bir sistem anlamına gelmez. Devletin ya da yerel yönetimlerin bazı tesislere sahip olması ve bunları işletmesi, piyasa ekonomisinin ayırt edici özelliklerini değiştirmez. Kamuya ait olan ve bunun tarafından işletilen işletmeler de piyasanın hâkimiyetine tâbidir. (…) Devlet, sahibi olduğu tesislerin ya da dükkânların kayıplarını kamusal fonları kullanarak karşılayabilir. Fakat böyle yapması, ne piyasanın egemenliğini ortadan kaldırır ne de onu azaltır; sadece bu egemenliği başka bir sektöre aktarır.” (Mises, 1998, s. 259)
Mises burada karma ekonominin sosyalist bir ekonomi olmadığını, tersine bu ekonominin yine piyasa ekonomisi sayılacağını söylüyor. Demek ki üretim araçlarının özel mülkiyeti ortadan kaldırılmadığı sürece, devletin kendine ait işletmelerinin olması ve bunların piyasada faaliyet göstermesi piyasa ekonomisinin işleyişini engellemez. O hâlde şöyle düşünelim: Türkiye’de hiçbir kamu girişiminin bulunmadığını, iktisadi faaliyetlerin tamamıyla özel kesim tarafından yürütüldüğünü, fakat bunların devlet kontrolüne tâbi olduğunu varsayalım. Devlet bütün yatırımları, kuruluş yerlerini, işletme büyüklüklerini, teknolojiyi, yönetim biçimlerini, mal fiyatlarını, kiraları ve faiz oranlarını kontrol etsin. İktisadi faaliyetleri kontrol ederken yasaklar, izinler, kotalar, lisanslar ve caydırıcı tedbirler kullansın. Üretim araçlarının mülkiyetinin özel kesimde olduğu bu ekonomi hâlâ piyasa ekonomisi sayılabilir mi? Bu ekonomide fiyat mekanizması işleyecek midir? Rekabet olacak mıdır? Kaynaklar tüketici tercihlerine göre mi yoksa devletin tercihlerine göre mi dağılacaktır?
Dikkat edilmesi gereken başka hususlar da bulunuyor. Örneğin Türkiye’de sağlık sektörünün tamamıyla kamulaştırıldığını düşünelim. Bu durumda şunlar olur: (1) Serbest meslek olarak tıp ortadan kalkar, sağlık personelinin tamamı memur statüsüne girer ve tıbbın meslek olarak seçimi etkilenir; (2) Sağlık bakanlığının bütçesi artar; (3) Buna bağlı olarak bütçede sağlık harcamalarının yükü artar, vergi yükü büyür, bu da gelir dağılımını etkiler; (4) Hastaneler arasında daha iyi hizmet sunmak ve müşteri kazanmak için olan rekabet ortadan kalkar, sağlık hizmetlerinin kalitesi değişir. Bununla birlikte, sağlık hizmetlerinin belli bir bölümünün devlet tarafından sunulması ile, devletin belli bir malın üretimini tekeline alması veya bunun üretimini büyük ölçüde kamu iktisadi teşebbüsleri yoluyla gerçekleştirmesi aynı şey değildir. İlk durumda hareket noktası toplumsal iken, ikinci durumda iktisadidir. Halk sağlığı toplumun refahı ve işgücü kaybı yaşanmaması için önemlidir. Sağlık hizmetlerinin tamamının özel kesim tarafından sunulması durumunda ise iki sakınca doğar: (a) Bu hizmetlerden ancak onların bedelini ödeyebilenler faydalanır; (b) Bu hizmetlerin kalitesini ve başarılarını denetleme imkânı kalmaz. Dolayısıyla devlet hastanelerinin sağlık hizmetli verirken ve bunları fiyatlandırırken kullandığı kıstaslar, demir-çelik fiyatlarının belirlenmesinde kullanılan kıstaslarla aynı değildir.
Capitalism and Freedom adlı kitabında Milton Friedman, kişiler üstü piyasaların, iktisadi faaliyetleri siyasi görüşlerden ayırdığını ve bireyleri iktisadi faaliyetleri esnasında siyasi görüşleri nedeniyle ayrımcılığa uğramaktan koruduğunu anlatırken şöyle yazar: “Ekmek satın alan kimse, ekmeğin yapıldığı buğdayın bir komünist ya da Cumhuriyetçi, bir anayasacı ya da faşist ya da aynı şekilde bir zenci ya da beyaz tarafından yetiştirilip yetiştirilmediğini bilmez,” (Friedman, 1971, s. 21). Friedman’ın bahsettiği şey, piyasa ekonomisinde üreticilerin siyasi görüşlerinin tüketicilerin tercihlerini etkilemediği, zira piyasaların anonim olduğudur. Günümüzde bunun ne derecede geçerli olduğu tartışılır, ancak bu sözlerde kısmen de olsa doğruluk payı olduğunu söylemek gerekir. Örneğin bu yazıyı yazdığım bilgisayarın üreticisinin, dağıtımcısının ve perakende satıcısının hangi siyasi görüşlere sahip olduğunu bilmiyorum. Bunu tek tek öğrenme imkânım yok. Olsaydı da ilgilenmezdim, zira bunu yapmak vakit kaybından başka bir şey olmazdı. Bu kişilerin siyasi görüşleri ne bilgisayar üretip satmalarına engel oluyor, ne de benim bilgisayarı kullanmamı herhangi bir şekilde engelliyor.
Bununla birlikte, sosyalist bir ekonomide bu anonimlik ortadan tamamıyla kalkar. Sosyalist devlet ya da aynı görüşteki kamu tek üretici hâline geldiğinde, bu üreticinin hangi siyasi görüşte olduğu ve hangi amaçlarla hareket ettiği kolaylıkla görülebilir. Kâr amacıyla üretimin ortadan kaldırıldığı ve siyasi görüşlerin (sosyalist ideallerin) üretim faaliyetlerini belirlediği bu ekonomide, idealler ile iktisadi kıstaslar arasında uyumun nasıl sağlanacağı meselesi ortaya çıkar. Dolayısıyla siyasi görüşlerin bu kıstasların önüne geçmemesi gerekir. Tabii teoride böyle konuşmak kolay. Piyasa ekonomisinde bile iktisadi kararlar belli bir siyasi yapı içinde uygulanır, bu nedenle belli bir siyasi kararın verilmesini gerektirir. Siyasi yapı derken söz konusu ülkedeki ideolojileri, devleti, hukuki yapıyı ve siyasi partileri kastediyorum. Dolayısıyla iktisadi sorunların çözümünü sadece iktisat ilkeleri içinde aramak doğru olmaz. İktisat kuralları açısından uygulanabilir olan bir çözüm, siyasi açıdan uygulanabilir olmayabilir. Tersten bakarsak, halkın siyasi tercihleri belli bir iktisadi yapıyı arzulayanların görüşlerine uygun olmayabilir. Nitekim Friedman Şili’de liberal bir ekonomi kuracağını umduğu için 1970’lerde diktatör Pinochet’yi destekledi. Mises Avrupa medeniyetini sosyalizmden koruyacağını umduğu için 1920’lerde faşizmi destekledi. Türkiye’de bile 12 Eylül darbesini destekleyen liberallerin olduğunu biliyoruz.
* * *
Bitirmeden önce, 2015’te Nobel Edebiyat Ödülü alan Svetlana Aleksiyeviç’in sözlü tarih çalışması İkinci El Zaman’dan Sovyet Rusya hakkında iki farklı alıntı yapalım:
“Bize komünizm ya da bugünlerde gazetelerin yazdığı şekliyle bu bulaşıcı hastalık, Almanya’dan zırhlı bir vagonla mı getirildi sanıyorsunuz? Ne saçmalık! Halk ayaklandı. Çar zamanında, şimdilerde birdenbire hatırladıkları o “altın çağ” falan yoktu. (…) Bizim ailemizde beş çocuğa bir lastik çizme vardı. Ekmekle patates yerdik, ama kışın ekmek bulamazdık. Bir tek patates… Bir de kalkmış soruyorsunuz: Nereden çıktı komünistler?” (Aleksiyeviç, 2016, s. 204)
“Büyüklükten gına gelmiş artık! İnsanca bir şeyler istiyoruz. Normal. Sıradan… Yüce şeyleri sonra da hatırlayabilir insan… Votkayla… Uzaya ilk uçanlar… Dünyanın en iyi tanklarını yapanlar, ama çamaşır tozu ve tuvalet kâğıdı olmayanlar. Bu lanet olası helâlar hep tıkanırdı! Plastik poşetleri balkonda kuruturduk. Evde videon olması kendine ait özel bir helikopterin olması gibiydi. Kot giyen bir delikanlı, kıskançlık değil, ama estetik bir ilgi uyandırırdı… Ne kadar egzotik! İşte bedeli bu! O roketlerin ve uzay gemilerinin bedeli bu. Büyük tarihin bedeli bu!” (a.g.e., s. 302)
Bu alıntılar bizi kurumsal yapı denilen şeye getiriyor. İktisadın hareket noktası bireysel tercihlerdir. Bu tercihlerin toplumsal tercihlere nasıl dönüşeceği de iktisadi ve siyasi yapıya ait kurumlara bağlıdır. Piyasa ekonomisinin olduğu ülkelerde bireylerin iktisadi tercihleri fiyatlar yoluyla, siyasi tercihleri de çok partili demokratik sistem yoluyla toplumsal tercihler olarak ifade edilir. Sosyalist bir ülkede ise fiyatların yerini merkezi planlama, siyasi partilerin yerini de tek partili yapı alır. Piyasa ekonomisinde işlerin ağır aksak da olsa nasıl yürüdüğünü biliyoruz. Mesele, aynı işlerin sosyalist bir toplumda da nasıl yürüyeceğini bulmak. Böylece yine o bilindik soruna geliyoruz: Bir toplumda bireylerin iktisadi ve siyasi özgürlüklerini nasıl koruyabiliriz? İktisadi çıkarları ve bireysel özgürlükleri uyumlu bir şekilde nasıl azamileştirebiliriz? Bunlar en iyi hangi toplumsal düzende başarılabilir?
Öte yandan, sosyalizmi eleştirenlerin anlamadıkları şey, siyasi bir hareket olarak, ondan da önce bir düşünce sistemi olarak sosyalizmin ortaya çıkmasının nedeninin kapitalizmden kaynaklandığıdır. Dolayısıyla bir kapitalizm olduğu sürece bir sosyalizm de olacak. Kapitalizm çökecek mi, çökecekse ne zaman ve nasıl çökecek? Yerine sosyalist bir ekonomi gelecek mi, gelirse bu ekonomi neye benzeyecek, nasıl işleyecek ya da işleyebilecek mi? Esas ilgi çekici meseleler bunlar.
Kaynaklar
[1] Aleksiyeviç, Svetlana (2016). İkinci El Zaman, Çev. Sabri Gürses, İstanbul: Kafka Yayınları.
[2] Friedman, Milton (1971). Capitalism and Freedom, 11. basım, Chicago ve Londra: The University of Chicago Press.
[3] Mises, Ludwig von (1935). “Economic Calculation in the Socialist Commonwealth,” Collectivist Economic Planning, (Ed.) Friedrich Hayek, Londra: Routledge & Kegan Paul, 87-130.
[4] Mises, Ludwig von, (1998). Human Action – The Scholar’s Edition, Auburn: Mises Institute.
İlk Görsel: Gely Mikhailovich, Picking up the Banner, 1957-1960