Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) 15 yaş grubundaki öğrencilerin bilgi ve beceri kazanımlarını değerlendirdiği araştırma projesi olan Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı’nın (PISA) 2015 yılı sonuçlarını 6 Aralık 2016’da açıkladı. Türkiye’nin okuma, fen bilimleri ve matematik alanlarında 2012 sonuçlarına kıyasla hem ortalama puan hem de sıralama açısından gerilemesi ülkedeki eğitim sistemi sorunlarını bir anda gündeme taşıdı. Aslında PISA’daki başarısızlık, sistemden duyulan genel memnuniyetsizliğin dışavurumunu sağlayan bir tetikleyici olarak değerlendirilebilir. Çünkü PISA başarısızlığının temellerini oluşturan eğitim alanındaki zayıflıklarımız da son birkaç yıldır daha kısık sesle ve daha düşük frekansla dile getiriliyordu. Özellikle liselere geçiş sınavlarındaki alışkanlık haline geldiği düşünülebilecek değişim yapma eğilimi, üniversite mezunu işsiz oranının görece yüksek olması, lise türlerine ve illere göre LYS başarısı uçurumları gibi sorunlar, sayılabilecek onlarcası arasından benim ilk aklıma gelenler.
Eğitimin önemini sosyal ve iktisadi kalkınma teorilerine dayandırarak anlatmaya gerek yok sanırım. Bugün ülkemizdeki ebeveynlerin büyük kısmı çocuklarının daha iyi eğitim görmesi ve çocuklarına daha iyi bir gelecek potansiyeli sunma kaygısı taşıyor. Firmalarımız daha kalifiye işgücü arayışında ama eğitim kurumlarımız bu ihtiyacı karşılamada yetersiz kalıyor. Çocuklara çağın gerektirdiği teknik beceriler bir yana, sosyal becerileri bile sunamayan bir eğitim sistemimiz var. Bilgi birikimi sağlama açısından sosyal medya araçları kitaplardan daha etkin durumda. Hepsi artık birer beylik söz haline gelmiş bu olumsuz iddialar listesi uzatılabilir. Tam da bu nedenle toplumun farklı kesimleri eğitim sisteminde radikal değişiklikleri kapsayacak bir reform ihtiyacında. Mevzu eğitim reformu olunca, bu konudaki belki de en başarılı ülkelerden biri olan Finlandiya’ya odaklanılarak, Türkiye eğitim açısından hep Finlandiya ile karşılaştırılıyor. YÖK Başkanı Prof. Yekta Saraç, 21 Aralık 2016’da katıldığı Anadolu Ajansı’nın editör masası toplantısında Türkiye’yi Finlandiya ile kıyaslamanın MEB için haksızlık olacağını, çünkü Finlandiya’nın nüfusu ile Türkiye’nin nüfusunun aynı olmadığını belirtmişti. Milli Eğitim Bakanımız ise yeni müfredatı müjdelediği 13 Ocak’taki açıklamasında, müfredat değişiklikleri tasalanırken Finlandiya modelinin esas alındığını söyledi. Diğer taraftan eğitim örgütleri müfredatın tasarımı konusunda çatışma halinde. Yani önemi tartışma gerektirmeyen Türkiye’nin eğitim meselesi için de neresinden bakarsak bakalım bir “neye göre, kime göre” durumu söz konusu.
Bir akademisyen olsam da eğitim bilimci veya uzmanı değilim. Lise eğitimini tamamlamış, LYS ile üniversiteye yerleşen öğrencilerle etkileşim halindeyim. Hem kendi tecrübelerimden hem de meslektaşlarımın tecrübelerinden edindiğim izlenim, ülkedeki ortalama öğrenci kalitesinde, öğrencilerin bilgiye duyulan açlık düzeyinde ve bilimsel merakında sürekli bir düşüş olduğu yönünde. Beni eğitim üzerine yazmaya iten, kaygı verici bu genel eğilim aslında. Ancak, öğrenme isteğinde ya da öğrenci kalitesindeki gidişatı net bir şekilde ölçmek o kadar da kolay değil. Bu nedenle, eğitimle ilgili sayılarla desteklenebilen bazı hususlara değinmeyi daha doğru buldum.
Bu yazı dört bölümden oluşuyor. Birinci bölüm, eğitim sistemi açısından ne durumdayız sorusunu tartışıyor. Ancak tartışmayı PISA, TIMSS gibi uluslararası değerlendirmelerin ya da ulusal sınavlarımızın sonuçlarına dayanarak yürütmedim. Zira son birkaç ayda bu sonuçlara dayanan güzel değerlendirme yazıları yayınlandı. Benim yaptığım, iş dünyası ve rekabetçilik perspektifinden eğitimde kalite algısını sunmak sadece. İkinci bölümde eğitimle ilgili son on yılda atılan adımlar değerlendiriliyor. Olumlu bir politika olduğu çokça dile getirilse de refah üzerine etkileri iyice değerlendirilmeden yürütülen “her ile üniversite” yaklaşımı bence en çok tartışılması gereken gelişmelerden biri. Bu politika görece az tartışıldığından, ikinci bölüm daha çok bu konuya eğiliyor. “Ne yapacağız” adlı üçüncü bölümde eğitimle ilgili yapılmak üzere olan iki değişikliğin faydasını değerlendireceğiz: Finlandiya modeline dayanan yeni müfredat ve öğretmenlik programlarına yerleşebilmek için konacak ilk 240.000’de olma şartı. Dördüncü ve son bölümde ise başarılı bir eğitim sistemine sahip olabilmek için ne yapılması gerektiği hususu literatüre ve başarılı eğitim reformlarına dayandırılarak tartışılıyor.
Ne durumdayız?
Dünya Ekonomik Forumu (WEF) 2004’ten beri ülkeleri rekabetçilik düzeylerine göre sıraladığı Küresel Rekabet Raporu’nu yayınlar. Bu sıralama ülkelerin vatandaşlarına yüksek refah sağlayabilme becerisini ölçen küresel rekabet edebilirlik endeksine dayanmaktadır. Söz konusu endeks, ülkelerin rekabetçiliğini açıklayabilecek -birincil ve ikincil verilerle oluşturulmuş- çeşitli faktörlerden elde edilen kompozit bir değişkendir. Eğitimin durumunu değerlendirmeye rekabetçilik kavramıyla başlamamın sebebi, hem Küresel Rekabet Raporu’nun hem de rekabet edebilirlik endeksinin bir kısmının Yönetici Görüşleri Anketi’ne dayanması ve bu ankette yöneticilere eğitim sistemiyle de ilgili sorular sorulması.
Yönetici görüşlerindeki dikkat çeken ilk bulgu, kalifiye olmayan işgücünün 2016 itibariyle Türkiye’de iş yapmanın önündeki en büyük engel olması. Yöneticilere iş yapmaya engel olabilecek faktörler listesi sunuluyor ve listedeki faktörlerden en çok sorun teşkil eden beşini seçip, sorunun önemine göre sıralamaları isteniyor. Yöneticilerin yanıtları doğrultusunda sıra ağırlıklı toplama yapılarak her faktör için bir skor elde ediliyor. Bu skoru yöneticilerin yüzde kaçı o faktörü en sorunlu alan olarak belirtmiş şeklinde yorumlayabiliriz. Şekil 1’de, “yetersiz şekilde yetişmiş işgücü” faktörünün Türkiye için skoru ve sorunlu faktörler listedeki sırası 2009-2016 dönemi için gösterilmektedir.
Şekil 1: Yetersiz yetişmiş işgücünü iş yapmaya engel olarak gören işverenlerin oranı
Şekil 1’de görüleceği üzere Türkiye’den ankete katılan yöneticilerin yaklaşık %12’si kalifiye eleman eksikliğinin iş yapmanın önündeki en büyük engel olduğunu düşünüyor. Bu yetersizlik algısının giderek daha büyük bir problem olduğunu ise faktörün sırasındaki gidişat gösteriyor. Yetersiz eğitilmiş işgücü 2009-2010 döneminde 16 faktörlük listede en sorunlu sekizinci faktör iken, 2016-2017 döneminde en sorunlu faktör olarak karşımıza çıkıyor.
Yönetici görüşleri anketinde katılımcıların ülkelerindeki eğitimin kalitesini değerlendirmeleri de isteniyor. Katılımcılar, ülkelerindeki eğitim sistemi, temel eğitim, matematik ve fen eğitimi ile işletme okullarının kalitesini 1 (çok kötü)-7 (çok iyi) skalasında puanlıyor. Tablo 1’de, eğitimi temsil eden alanlarda işverenler gözünden ülkemizin ortalama kalite algısı 2015-2016 dönemi için diğer ülkelere kıyasla gösterilmektedir.
Tablo 1: İşveren perspektifinden Türkiye’de eğitimin kalitesi, 1 (çok kötü) – 7 (çok iyi)
Tablo 1’de öne çıkan ilk bulgu işverenlerimizin eğitim sistemimizi ortalamanın altında kaliteli olarak değerlendirdiği. İkinci bulgu, rekabetçilik ligindeki konumumuza kıyasla eğitim kalitesi ligindeki konumumuzun oldukça geride olduğu. 140 ülke arasında en rekabetçi 51. ülke olan Türkiye eğitimin genel kalitesinde 100 numara. Bu tabloyu değerlendirirken, değişkenlerin algıyı ölçtüğünü unutmamak gerek. Zira Türkiye’deki işverenlerin eğitimden beklentisi Uganda’daki işverenlerin beklentisinden daha yüksek olabilir. Yani Türkiye, işverenlerine eğitimden beklediklerini verememe konusunda en başarılı ülkeler arasında yer alıyor.
TOBB’un 2010 yılında başlattığı UMEM projesi kapsamında yapılan ihtiyaç analizindeki bulgular bu algının yeni olmadığını gösteriyor. UMEM anketine katılan firmaların sadece %20’si işe aldıkları yeni mezunların işe hazır olduğunu, %29’u ise hiç hazırlıklı olmadıklarını belirtmiş. Firmaların %30’u çalışanlarının gerekli mesleki becerilere sahip olmadığını, beceri yetersizliğinden mustarip firmaların ise %28’i bu sorunun amaçlarına ulaşmada engel teşkil ettiğini beyan etmiş.
Bu bölümü bir anekdot ile bitireyim. İstihdam konulu bir konferansta büyük bir inşaat firmasının sahibini dinlemiştim. Oldukça samimi konuşan bu işadamı, “Eğitim görememiş biri olarak, üniversite mezunu gençlere 1.500-2.000 TL maaş vermek çok zoruma gidiyor”, demişti. O kadar sene eğitimi sırf bu kadarcık para kazanmak için mi alıyor bu gençler diye kızıyordu. Ancak, bu kötü durumun nedenini de sunuyordu. Eğer bu yeni mezun gencin bana 10.000 TL kazandırabileceğini bilsem ona 10.000 TL maaş verebilirdim. Belki farkında değildi neoklasik bir düşünce biçimine sahip olduğunun ya, yine farkında olmadan üniversite mezunu ortalama gencimize senin aldığın eğitim en fazla 1.500-2.000 liralık iş yaptırır diyordu.
İlk Görsel: www.halkhaber.org (Çizer: Onur Aydın Kösedağı)