Sevgili iktisadiyat.com takipçileri; yeni bir yazıyla, genişlemiş iktisadiyat.com ailesiyle tekrar birlikteyiz. Laf aramızda, ailenin genişlemesinin beni mutlu etmesinin en büyük sebebi yazı sırasının daha nadiren geliyor olması, keh keh. Gelgelelim vazifeden kaçış yok, yol belli. Eğip başımızı usul usul yürüyeceğiz şimdi. İşin şakası bir yana, zaten nadiren bana gelen yazı sırasını aslına bakarsanız iple çekiyorum, zira bu yazılar bana da üzerine yazdığım hususlardaki düşüncelerimi düzene koyma şansı tanıyor. İşbu yazıyı da aynı maksatla kullanarak eğitim politikası üzerine birtakım kıtıpiyoz tespitlerde bulunmak niyetindeyim.
Tabii “eğitim politikası” dediğimiz fazlasıyla geniş bir kavram: PISA sonuçlarından tutun da “Finlandiya müfredat denen şeyi kaldırmış ağbi”ye kadar uzanan bir spektrumdan bahsediyoruz. Bense tabii bu spektrumun anca ufak bir kısmı hakkında ahkâm kesecek cesareti kendimde bulacağım. O da bilhassa Amerika Birleşik Devletleri’nde son yıllarda sıkça tartışılan bir eğitim inovasyonu olan “Sözleşmeli Okul” denen naneler hakkında olacak.* Bu konuya eğilmek istememin bir numaralı sebebi ise, söz konusu tartışmanın aslında sadece Amerika Birleşik Devletleri’nin değil, dünyadaki pek çok ülkenin eğitim politikası hususundaki endişelerini ortaya döken bir tartışma zemini sahibi olduğunu düşünmem. Daha somut konuşmam gerekirse, ABD’deki Sözleşmeli Okul tartışması, tartışmadaki tarafların (i) eğitimin bireysel değerine mi yoksa toplumsal değerine mi daha çok ağırlık verdiklerine, (ii) eğitim politikasının eşitleyici işlevine ne denli değer biçtiklerine, (iii) eğitim politikasının ne denli paternalistik olması gerektiğini düşündüklerine dair duruşlarını netleştirmelerini gerektiriyor. Bu sebepten ötürü Sözleşmeli Okul tartışmasının basit bir “üç beş okul daha açıp çeşitlilik yaratalım mı?” münazarasından daha çok anlam teşkil ettiğini düşünüyorum. (Gerçi çeşitlilik tartışması da yukarıda değindiğim eksenler hakkında iyi kötü birer duruş koymayı gerektiriyor. Dolayısıyla o da değerli. Bence sen de haklısın.) Yazının geri kalanı hususunda yeteri kadar spoiler verdiysem haydi başlayalım.
Eğitim politikası üzerine yapılan her tartışmanın olduğu gibi, Sözleşmeli Okul tartışmasının da siyasi bir boyutu olduğunu duymak sizi çok şaşırtmayacaktır diye tahmin ediyorum sevgili okur. Dolayısıyla ABD’de Sözleşmeli Okulların ortaya çıkışını, dönemin siyasi hareketleri bağlamı içerisinde sunmakta fayda var. Tabii bu hususlarda kesinlikle bir uzman değilim ve yapmak üzere olduğum şeyin sığlığından ötürü kendimden nefret edeceğimden eminim, ama meseleyi anlatabilmek için üstünkörü de olsa ABD siyasi tarihine değinmem gerekiyor. O yüzden gelin 1960’lar ABD’sine gidelim beraber.
60’lar-70’ler: Bütünleştirme mi, Mahalli İdare mi?

1960’ların ikinci yarısında ABD toplumuna damga vuran iki büyük gelişme var: birisi Yurttaşlık Hakları Hareketi (Civil Rights Movement), diğeri ise Vietnam Savaşı (ve savaşa verilen tepki). Tabii bu iki gelişme de birbiriyle son derece ilintili. Meseleye yüzeysel bir şekilde bakacak olursak, Yurttaşlık Hakları Hareketi’ni çekip çeviren siyahi Amerikalılarla savaş karşıtı hareketin lokomotifi olan Amerikan solu arasında bir koalisyonun 1960’lar ABD’sine yön verdiğini söylemek mümkün. Öte yandan söz konusu koalisyon da dikensiz gül bahçesi değil, zira kendi içerisinde sonsuz sayıda fraksiyona ayrılan toplumsal hareketlerden söz ediyoruz. Sözgelimi 1960’lardaki siyahi hareketin ne denli barışçıl-ne denli protest olması gerektiğine dair siyahlar da kendi içerisinde anlaşabilmiş değil (biz bu anlaşmazlığa halk arasında “Martin Luther King vs. Malcolm X” diyoruz ama tabii temelinde kuşak çatışmasından tutun da kuzey orijinli siyah-güney orijinli siyah ayrımına gelene kadar pek çok toplumsal neden var, bu nedenlerin hepsine burada değinebilme fırsatım da yok).** Durum böyle olunca bahsettiğim koalisyonda da yer yer kırılmalar gözleniyor. Eğitim politikası özelinde bu kırılmanın yaşandığı asıl eksen ise, ara başlıkta değindiğim “eğitim politikasında bütünleştirmeye (desegregation) mi yoksa mahalli idareye (community control) mi ağırlık verelim?” meselesi.
Bu tartışmanın bütünleştiricilikten yana olan tarafı, yukarıda değindiğim sol koalisyonun daha uzlaşmacı (Martin Luther King’e yaklaşan) kanadı. Söz konusu kanat, ABD’nin eğitim sisteminin yeteri kadar birleştirici olmadığından dem vuruyor ve bu sorunu çözmenin, gerekirse zor kullanarak siyah ve beyaz çocukların aynı okullarda okutulmasından geçtiğini düşünüyorlar.*** Mahalli idareden yana olanlar ise, sol koalisyonun daha radikal (Malcolm X’e yanaşan) kanadı. Bu kanadın düşüncesine göre ABD eğitim sisteminin temel sorunu, siyah öğrencilere beyazlar tarafından belirlenmiş bir müfredatı dayatarak onları sindirmesi ve asimile etmesi. Dolayısıyla bu kanada göre çözüm, siyahi öğrencilerin ağırlıkta olduğu okulların idaresinin siyahlara bırakılmasından geçiyor. Bu kanadın pratikteki önerisi, okullara daha fazla özerklik sağlanması (okulların merkezden değil de oluşturulan mahalli idare kurulları tarafından idare edilmesi, bu kurulların okulların müfredatını belirlemekten tutun da öğretmen sözleşmelerini gözden geçirmeye varan haklar sahibi olması diyerek özetleyebiliriz). Çıkış noktaları aynı olsa da teşhisleri ve tedavi yöntemleri son derece farklı olan bu iki kanat arasındaki gerilimin açığa çıktığı en net örneklerden birisi, 1968’de New York’taki öğretmen grevi. [1] Mahalli idare yanlılarının sahip olduğu en önemli siyasi zaferlerden biri, New York’taki siyah ağırlıklı Brownsville mahallesindeki okullarının idaresinin mahalli bir kurula bırakılması. Gelgelelim oluşturulan kurul hâli hazırda görev alan öğretmenlerin çalışma koşullarını etkileyecek reformlar getirince gerilim tırmanıyor ve “ılımlı sol” diyebileceğimiz sendikanın (UFT) geniş çaplı greviyle okulların 36 gün boyunca kapalı kalmasına kadar giden bir süreç başlıyor. (Bu hususta Dana Goldstein’in, ABD’deki öğretmen sendikalarının siyasi yolculuğunu derinlemesine anlatan “Teacher Wars” [2] isimli bir kitabı var, ilgilenenlere tavsiye edilir.)
Bu tartışmada günün sonunda illa ki bir galip belirlemek gerekirse, bütünleştiricilikten yana tarafın 1970’lerde öne geçtiğini iddia edebiliriz. Amerikan Anayasa Mahkemesi’nin ve federal yönetimin de bütünleştiricilikten yana tavır koyması, “siyahları ve beyazları gerekirse zorla aynı okulda okutmak” yönünde pek çok mahkeme kararının ortaya çıkması ve uygulanmasıyla sonuçlanıyor. Netice itibarıyla ABD eğitim sisteminin 1970’li yılları, siyahi öğrencilerin otobüslere bindirilip şehrin diğer ucundaki okullara gönderilmesi ve bu durumun yarattığı sosyal gerilimlerle geçiyor. (Bu sosyal gerilimlerin detaylı ve sürükleyici şekilde anlatıldığı “Common Ground” [3] isimli bir kitap var, feci derecede tavsiye edilir.) Bu yazdığım son paragrafın yanıltıcı olması ihtimali beni ürküttüğünden kısa bir parantez açmak istiyorum: şahsi olarak bu “zorla entegrasyon” fikrine mutlak olarak karşı değilim. Yalnıza günümüz ABD’sindeki genel kanıya göre bunun çok popüler bir politika olmadığını ifade etmek istedim.
80’ler-90’lar: Hadi Gelin Azıcık Piyasa Yapalım
80’ler! Disko, Madonna, Michael Jackson! Friedman, Becker, Reagan, Thatcher! İnsanoğlu tarihindeki en büyük moda katliamına tanık olduğumuz bu yıllar, Reagan-Thatcher ikilisinin de bastırmasıyla gerçekleşen “neoliberal dönüşüm”le hafızalara kazınıyor. Devlet eliyle gerçekleştirilen her şeyden ölesiye tiksinen, mümkün ne varsa piyasaya bırakılmasını savunan bu akımdan tabii ki eğitim politikası da nasibini alıyor. Neoliberalizmin adeta kutsal kitabı olan “Capitalism and Freedom”a [4] dönüp bir kez daha bakanlar, Friedman’ın “ne kadar devlet okulu varsa kapatalım, onlara harcayacağımız parayı ailelere eğitim desteği olarak verelim, aileler de bu destekle çocuklarını istediği özel okulda okutsun” önerisini fark edince adeta kendilerinden geçiyor. Bütün bunlara bir de Reagan yönetiminin kurduğu komisyonun 1983’te yayınladığı “A Nation at Risk” [5] isimli rapor eklenince iş iyice içinden çıkılmaz hâle geliyor. “A Nation at Risk”, ABD eğitim sisteminin uzun süredir uluslararası düzeyde rekabetçi öğrenciler yaratamadığına dair bulgular ortaya koyuyor ve “rekabetçilik” denince akan sular duran Amerikan toplumunda “acilen bir şeyler yapmamız lazım” algısını güçlendiriyor. Gelgelelim neoliberalizmin standart reçetesi olan işi piyasalara bırakma tavsiyesi, hiçbir zaman eğitimde bir devlet politikası olacak popülerliğe de ulaşamıyor. Zannımca iyi de oluyor, zira iktisat eğitiminde adını sıklıkla duyduğumuz piyasa aksaklığı kategorilerinden (dışsallıklar, bilgi asimetrisi vs.) aklınıza gelen her şey eğitim piyasası özelinde mevcut. Yine de tahminimce eğitimi piyasalara bırakma fikrinin yeterli popülariteye ulaşmamasının asıl sebebi, piyasacılığın asıl dayanaklarından olan “batacak olan şirket batar, zaten batma eşiğine gelecek şirketin piyasadan silinmesi de toplumsal refah bakımından hayırlıdır” düsturunun eğitim politikası özelinde hazmetmesi iyice zor bir hâl alması. Tek suçları yeteri kadar gözde bir okulu tercih etmemeleri olan yüzlerce çocuğa sene ortasında “hadi sizin okul da battı, gidin başka okul bakın” deme fikrini, takdir edersiniz ki neoliberal vicdan dahi kaldırmıyor.
Bütün bu gelişmeler ışığında 80’li ve 90’lı yıllar, ABD toplumunun eğitim politikasında bir an önce köklü bir reform yapılması gerektiğine yürekten inandığı, ama yine de yapılacak reformun ne olduğuna bir türlü karar veremediği bir nevi “endişe yılları” olarak tarihe kazınıyor. Sonuç itibarıyla Reagan’ın atadığı hâkimlerle siyasi duruşu da değişen Amerikan Anayasa Mahkemesi’nin 1970’lerin eğitim politikalarını geri çevirmesi, bu yılların en önemli somut dönüşümü olarak hafızalara kazınıyor. Siyasal düzeydeki paradigma kaymasının akademik camiaya yansımasının fitili ise, siyaset bilimciler John Chubb ve Terry Moe’nin 1991’de yayınladığı “Politics, Markets and America’s Schools” [6] isimli kitapla ateşleniyor. Söz konusu kitapta Chubb ve Moe, bürokrasiyle kontrol edilen bir okulun neden asla arzu edilen seviyeye ulaşamayacağı hususunda dikkate değer bir anlatı sunuyor ve okulların ne denli özerkliğe sahip olması gerektiği hususunda bir çerçeve öneriyorlar. Burada benim değinmek istediğim nokta, Chubb ve Moe’nun kitabının son derece partizan bir dille ve belli ki bir siyasi ajanda dâhilinde yazılmış olması. Yine de (her ne kadar kitabın ampirik kısmını çok sıkıntılı bulsam da) burada dile getirilen fikirlerin üzerinde hayli düşünülmüş ve ciddiye alınması gereken fikirler olduğuna inanıyorum. Özetle Chubb ve Moe, bürokratik kontrol sisteminin okulları siyasi olarak kontrol altında tutma amacı güderek okulların tüm esnekliğini yitirmelerine sebep olduğunu, bu sebepten de eğitim sisteminde yapılması gereken asıl reformun okullara daha çok özerklik vermekten geçtiğini iddia ediyorlar. Fark edeceğiniz üzere burada Chubb ve Moe’nun önerdiği reçete, 60’lardaki mahalli kontrol hareketinin reçetesiyle ciddi benzerlikler taşıyor. İşin enteresan tarafı ise, söz konusu önerinin siyasi yelpazenin birbirine son derece uzak iki ucundan geliyor olması. Dolayısıyla 1990’lara gelindiğinde okullara daha çok özerklik verilmesi hususunda beklenmedik bir koalisyon görüldüğünü söylemek mümkün.
2000’li yıllara gelene kadar söz konusu koalisyonun cevap veremediği soru ise, söz konusu özerklik üzerinde denetimin nasıl kurulacağıydı. Yukarıda değindiğim gibi iyi kötü herkes, okullar üzerine “batan batsın” gibi bir kontrol mekanizması getirmenin tehlikeleri üzerinde hemfikirdi ama alternatif denetim mekanizmasının ne olduğu üzerine çok da fazla fikir yoktu. Okullara özerklik verilsin, her okul kendi istediği stratejiyi denesin, beklenen performansı gösteremeyen okullara yeni yönetim atansın, bu okullar daha da değişik stratejiler denesin, buraya kadar herkes tamam. İyi de, “beklenen performansı gösterememe” kıstasını nasıl koyacağız? Merkezden müfettiş yollayıp baktırsan onun adına bürokrasi deniyor, o iş neoliberallere uymuyor. “Kâr edemeyen okullar el değiştirsin” desen, bu kez mahalli yönetimciler bir okulun performansının maddi kârla ölçülmesinin tehlikelerinden dem vuracak. Uzun lafın kısası, özerk okul koalisyonunun objektif-ölçülebilir-karşılaştırılabilir ama para olmayan bir performans kıstasına ihtiyacı vardı. O eksik de 2000’li yıllarda tamamlandı.
2000’ler: Çocukları Yarış Atı Gibi Koşturuyorlar…
ABD toplumu, 2000’li yıllara George W. Bush yönetiminin dev eğitim reformu paketi olan “No Child Left Behind” [7] ile giriş yaptı. Çok kısa şekilde özetlemek gerekirse “No Child Left Behind”, her okulda ve her konuda öğrencilere standardize edilmiş testler yapmayı, okulların ve öğretmenlerin performansının bu testlere göre ölçülmesini ve ödül/ceza sistemlerinin bu kıstaslara göre yapılmasını öngörüyordu. Üzerinden 15 yıl geçtikten sonra üzerinde herkesin mutabık kaldığı konu şu ki, “No Child Left Behind” işe yaramadı. Bunun pek çok sebebi var ama konudan sapmamak adına bu sebeplere değinmeyeceğim şu anda. “No Child Left Behind”ın ABD toplumuna getirisi ise, her konuda sıklıkla çoktan seçmeli test çözmeyi kendine adet edinmiş mini mini birler çalışkan ikiler oldu. (Bakınız bu bizde yıllardır var, sırf bu dahi ABD’den ne denli ileride olduğumuzun göstergesidir. Evet.)
Şaka yapıyorum, öyle getiri olmaz tabii. Öte yandan “No Child Left Behind”ın günümüze uzanan iki önemli etkisi oldu. Birincisi, bilhassa çalışma iktisadı üzerine çalışan akademisyenlere istemedikleri kadar veri sağladı. [8] Ülkenin her tarafında aynı anda yapılan, aynı çocukları yıllardır takip eden, standardize edilmiş, karşılaştırılabilir test skorları. Sırf şunu duyunca heyecandan uykuları kaçacak yüzlerce akademisyen tanıyorum. Nitekim kaçtı da, son on beş yılda etraf “test skoru üzerinden öğretmenin katkısını, okulun katkısını en doğru nasıl ölçeriz?”li makaleyle doldu. İkinci katkısı ise, evet doğru tahmin ettiniz, yukarıda bahsettiğim özerklik koalisyonuna ihtiyacı olan şeyi verdi: objektif-ölçülebilir-karşılaştırılabilir ama para olmayan bir performans kıstası. Bu noktada değinmek istediğim şu: “No Child Left Behind”ın asıl motivasyonlarından birisi okullardaki özerkliği arttırmak değil, tam tersine merkezi yönetimin okullar üzerinde daha fazla baskı kurabilmesi için ellerine materyal sağlamaktı. Aradan geçen on beş yıldan sonra ise işin motivasyon tarafı başarıya ulaşmadı, ulaşmadığı gibi ortak noktası merkezi denetimden tiksinmek olan bir koalisyonun eline en çok ihtiyaç duydukları şeyi bıraktı.
Bu noktadan sonra, oluşumu elli yıl sürmüş bu koalisyon kendi reçetesini sunmaya nihayet hazırdı. Kısaca özetlemek gerekirse:
“Okullara daha çok özerklik verelim. Her okul kendi müfredatını, okul saatlerini, öğrenci sayısını, öğretmenlerle sözleşmesini belirlemekle mükellef olsun. Çeşitlilik artsın, daha önce denenmemiş eğitim stratejileri denensin. Gelgelelim bu okulları özel okul haline de getirmeyelim, zira işi piyasaya bırakmaya kalkarsak o zaman okulların performansını kazandıkları para üzerinden ölçmeye çalışacaklar ki bu tehlikeli. O hâlde biz de bu okulların performansını standardize edilmiş testler üzerinden ölçelim. Yani test skorları yüksek olduğu sürece biz bu okullara karışmayacağız, düşmeye başlarsa ise müdahale edeceğiz. Kısacası bu okullar özerk olsun, ama hâlâ bir yandan devlet okulu olmaya devam etsinler: fonları kâr üzerinden değil vergilendirme üzerinden gelsin. Özel bir statüsü olsun yani bu okulların, sözleşmeye tabi olsunlar.”
Ve işte dostlarım, sözleşmeli okul denen şey tam olarak da böyle doğdu. (Hobaaa, dramatik final.)
Sözleşmeli Okullar: Şimdi Neredeyiz?
2017 yılına geldiğimizde sözleşmeli okullar, ABD’de en çok tartışılan eğitim inovasyonları arasında yer alıyor. Sözleşmeli okulların sayısı hızla artsa ve popülaritesi yüksek olsa da hâlâ tartışmalı bir konu. Sözgelimi 2016 Kasımında başkanlık seçimiyle eşzamanlı olarak Massachusetts’teki sözleşmeli okul sınırının yükseltilip yükseltilmemesi hususunda bir referanduma gidildi ve az farkla da olsa “Hayır” oyu çıktı. Zannımca toplumun sözleşmeli okullara şüpheyle bakışında, kısmen de olsa, yukarıda değindiğim beklenmedik koalisyonun kırılganlığının payı da var. Bunun da ötesinde, tarihsel bağlamda bu koalisyonun ortaya çıkışını değerlendirdiğimiz zaman, sözleşmeli okullara sıcak bakıp bakmadığımızı keşfedebilmek için bazı hususlardaki tutumumuzu netleştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Söz konusu hususlardan bazılarını aşağıda sıralıyorum, ama tabii ki gerçek liste bundan çok daha uzun.
1. Sözleşmeli okulların ortaya çıkışına katkıda bulunan koalisyonun her iki ayağı da esasında “herkese uyan bir müfredat” fikrine karşıtlıktan hareket ediyorlar. Öyle ki, onlara göre her komünitenin kendine göre bir okul modeline ihtiyacı var ve her komünite kendi ihtiyacı olan okul modeline kendisi karar vermeli. (Tabii neoliberaller hem kendilerini hem de piyasa ekonomisini “değer yargılarından arınmış” gördükleri için, mahalli idare yanlıları ise merkezi bir idarede kendi değer yargıları kabul görmediği için yapıyorlar bunu, ama vardıkları noktalar aynı.) Bunun yolu ise okulların özerkliğini arttırmaktan geçiyor, zira o zaman okullar merkezi yönetim tarafından kendilerine biçilen gömlekten kurtulup kendilerini yerel şartlara göre şekillendirebilecekler. Günümüzde ABD’de görülen sözleşmeli okullar da bu fikre sahip hatırı sayılır sayıda vatandaş olduğunu gösteriyor. Araştırmalara göre sözleşmeli okullar, devlet okullarıyla eşit nispette düşük gelir grubundan/özel ihtiyaç sahibi öğrencilere hizmet veriyor, ve en çok da bu öğrencilerin akademik başarısını arttırıyor. [9] **** Keza Sözleşmeli Okullar arasında en başarılıları sayılan “No Excuses” [10] tipi, yüksek disiplin/uzun okul saatlerine dayalı eğitim modelinin siyahi ebeveynler tarafından daha yüksek oranda tercih edildiğine dair bir algı var. [11] (Algı var diyorum, zira medyadan takip ettiğim kadarıyla bu varsayım genel geçer olarak kabul edilse de bu hususta bir akademik araştırmayla karşılaştığımı hatırlamıyorum, bu benim kusurum da olabilir tabii.) Sözün özü, sözleşmeli okullardan en çok memnun kalan grubu seçeceksek eğer, bu grubun 50 yıl önce “mahalli kontrol”den yana tavır koyan sosyal sınıf olduğuna inanmamızı sağlayacak bulgular var. Var olmasına var da, topumun bir kısmının belli bir okul modelinin kendisine daha uygun olduğunu düşünmesi, bu okul modelini onlara önermek için yeterli gerekçe olmayabilir. Zira söz konusu reformun, bu sosyal grubu kendi içine daha da kapatıp toplumun geri kalanından ayrıştırma ihtimali bulunuyor. Eğitim politikasını belirleyenlerin ise bu ihtimalden çekinmeye hakları var, zira eğitim politikasının “bireylerin kendilerini en iyi gerçekleştirebilecekleri düşünce yapısını oluşturma” misyonu olduğu kadar, “toplumun çeşitli kesimlerini bir araya getirip kaynaştırma” işlevi de bulunuyor. Peki bu misyon ve işlev birbiriyle çeliştiği zaman hangisini tercih edeceğiz? Bu sırf ABD’nin değil, pek çok ülkenin 50 yıldır üzerinde uzlaşmayı başaramadığı bir soru.
2. Söz konusu koalisyonun işlevlik kazanmasını sağlayan hamle olan standardize edilmiş test hareketi, takdir edersiniz ki başka türlü soruları da beraberinde getiriyor. Bu testlerin eğitim sisteminden beklediğimiz asıl katkıları ölçüp ölçmediği bir muamma, zira bir eğitim sisteminin asıl katkısının ne olduğu konusunda da bir mutabakata varmış değiliz. Eğer gerçekten eğitim sisteminin toplumun çeşitli sınıfları için bir buluşma noktası işlevi görmesi gerektiğini düşünüyorsak, test sonuçlarından bağımsız olarak sözleşmeli okullar konusunda şüpheci davranmaya hakkımız var. Benim şahsi kanaatim, yukarıda değinmiş olduğum “No Child Left Behind”ın akademisyenlere katkısının bilhassa bu konu üzerine çalışan iktisatçıları bir nebze olsun yanlılaştırdığı yönünde. Tabii bu anlaşılabilir bir durum, zira ölçemeyeceğimiz şeyler üzerine fikir yormak yerine ölçülebilir-karşılaştırılabilir değerler üzerine çalışmayı daha anlamlı buluyoruz iktisatçılar olarak. Yine de en azından bu yanlılığımız konusunda bir nebze daha şeffaf davranmamız gerektiğine inanıyorum. O hâlde, yukarıdakiyle benzer şekilde, cevaplamamız gereken soru eğitimi aslen bir “beşeri sermaye üretim aracı” olarak mı, yoksa bir “toplumsal uzlaşı yaratma aracı” olarak mı görmemiz gerektiği, ve tabii bu iki unsur birbiriyle çelişirse hangisine ağırlık vereceğimiz. Yine yukarıdakiyle benzer şekilde, bu konuda herhangi bir uzlaşıya varılmış değil.
3. Tabii bütün bu sorular, eninde sonunda aynı noktaya varıyor: eğitim politikasını belirlerken “bireylere rağmen toplum için”ciliğe ne kadar izin var? Paternalizmin sınırları neler? Diyelim ki gün sonunda sözleşmeli okulların ayrıştırıcılığının tehlikesine kanaat getirdik ve bu okulları ortadan kaldırdık. O hâlde çocukları otobüslere bindirip zorla kaynaştırmamamızın önündeki ahlaki engel nedir? Çizgi tam olarak nerede çizilmeli?
Göreceğiniz üzere burada akla gelen sorular, sözleşmeli okulları tarihsel bağlamından ortaya çıksa dahi eğitim politikasının amacına ve sınırlarına dair çok daha kapsamlı sorular. Aslına bakarsanız aklınıza gelen tüm eğitim reformlarında (karma eğitimden tutun da evde eğitime izin verilmesine kadar) meselenin aşağı yukarı benzer noktalarda düğümlenmesi kaçınılmaz. Tabii sözleşmeli okullar meselesine has tartışılması gereken başka meseleler de var: bu okulların fonlamasının tam olarak nasıl bir formülle yapılması gerektiği, ya da toplumun görece dar bir kısmına hizmet veren sözleşmeli okulların sayısı arttığında aynı performansı gösterip göstermeyeceği gibi sorular da yanıtlanmayı bekliyor (ve tabii bu hengâmede zaman zaman unutuluyor). Gelgelelim bizim de yerimiz dar sevgili okur, bunları bir sonraki yazıda (bir sene sonra, keh keh) konuşuruz artık. Bu yazı özelinde biraz fazla ABD’den bahsetmiş gibi gözükebilirim, ama vardığım nokta itibarıyla evrenselliğe göz kırptığımı da umuyorum. Bir sonraki yazımızda buluşana dek kendinize iyi bakın, görüşmek üzere, esen kalın.
* “Sözleşmeli Okul” dediğim şeyin ecnebicesi, “Charter School”. Tabii her zamanki gibi doğru çevirinin bu olduğundan emin değilim, ama bu beni araştırıp işin doğrusunu öğrenmektense eşsiz bir kendine güvenle bu tabiri kullanmaya devam etmekten alıkoymuyor.
** Biraz dikkatli okuyucu benim bu husustaki tüm bilgimin “The Butler” filmini izlemekten kaynaklandığını fark etmiştir. Filmi varken kitabını okumaya hiiiç gerenk yok.
*** Bu hususta, her ne kadar yer darlığı sebebiyle yeteri kadar açıklayıcı olamayacak olsam da, çok kısa bir arka plan bilgisi vermekte fayda var. ABD’de 1950’lere kadar yaşanan ayrımcılık bildiğiniz gibi değil, Türkiye bağlamındaki tecrübelerimizin buna denk bir karşılayıcısı yok. 1950’lerin ilk yarısı boyunca “sadece siyahları kabul eden” ve “sadece beyazları kabul eden” ayrıştırılmış (segregated) okulları açmaya yasal izin olduğu gibi, o zamana kadar ABD’deki okulların pek çoğu da ayrıştırılmış okullar. Bu okulların yasal olmasının temelinde ise Amerikan Anayasa Mahkemesi’nin 1896’da verdiği Plessy v. Ferguson kararındaki “ayrı ama eşit” (separate but equal) doktrini var: çok kısaca, ayrıştırılmış okullar birbirine eşit nitelikte eğitim verdiği takdirde bunların ayrı tutulabileceğine karar veriyor Anayasa Mahkemesi. Aynı Anayasa Mehkemesi, 1954’te verdiği Brown v. Board of Education kararıyla bu doktrinden geri adım atıyor ve ayrıştırılmış eğitimin doğası gereği eşitsizliğe yol açtığını kabul ediyor. Gelgelelim 1960’lara gelene kadar yüz yıllık eğitim politikası sonuç vermiş, ayrışan ayrışmış. Yine de Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bu karar federal yönetimin eyaletlere birleştirici politikalar izlemeleri için baskı yapmasına olanak sağlıyor. Bu yüzden de Brown v. Board of Education pek çok sosyal bilimci tarafından Amerikan Anayasa Mahkemesi’nin 20. yüzyılda verdiği en önemli karar olarak değerlendirilmekte.
**** Tabii burada bir not düşmek lazım, bu araştırmalar görece az sayıda sözleşmeli okuldan elde edilen bulgular üzerinden yapılmış. Her uygulamalı işte olduğu gibi bunda da sonuçların ne kadar genellenebilir olduğuna dair şüpheyle yaklaşmakta fayda var.
Kaynaklar
[1] https://en.wikipedia.org/wiki/New_York_City_teachers’_strike_of_1968
[2] Goldstein, Dana. The teacher wars: A history of America’s most embattled profession. Anchor, 2014.
[3] Lukas, J. Anthony. Common ground: A turbulent decade in the lives of three American families. Vintage, 1985.
[4] Friedman, Milton. Capitalism and freedom. University of Chicago press, 2009.
[5] Gardner, David P. “A nation at risk.” Washington, DC: The National Commission on Excellence in Education, US Department of Education (1983).
[6] Chubb, John E., and Terry M. Moe. “Politics, markets and America’s schools.” British Journal of Sociology of Education 12.3 (1991): 381-396.
[7] https://en.wikipedia.org/wiki/No_Child_Left_Behind_Act
[8] https://fivethirtyeight.com/features/no-child-left-behind-worked/
[9-1]https://www.bostonglobe.com/opinion/2015/12/17/charter-schools-are-not-private-schools/eUyGKWMjWFgWle6iqnoheJ/story.html
[9-2]http://economics.mit.edu/files/12151
[9-3]http://commonwealthmagazine.org/education/the-cost-of-the-charter-school-cap/
[10] http://cepr.harvard.edu/files/cepr/files/ma-charter-school-event_angrist.pdf
[11] http://www.theatlantic.com/magazine/archive/2014/12/how-strict-is-too-strict/382228/
İlk Görsel: http://compedupolicy.blogspot.com.tr