‘Küreselleşme ve Ulusların Gündemi – 1’ başlıklı yazımda, küresel düzeydeki karmaşık ortamın adil bir küreselleşmeyle mi, yoksa küreselleşmeden dönüşle mi sonuçlanacağı sorusundan yola çıkmıştım. O değerlendirmede, küreselleşmeden dönüş anlamına gelebilecek ulusal reflekslerin sıklaşmaya başladığına dikkat çekmiştim: Ulus-ötesi pratikler ve anlamlar bir yandan sürüyor olsa da, diğer bir yandan ulusal temalar ve politikalar, bütünsel bir şekilde olmasa bile, önemlerini gösterecek şekilde gündeme gelebilmektedir. Devam niteliğindeki bu yazımda ise, küresel gerilimlerin katılımcı ve adil olarak çözülmesi konusunu değerlendirmekteyim.
Küresel çaptaki ekonomik, kültürel ve politik sorunlara yönelik katılımcı çözümün kurumsallaştırılabilmesi anlamıyla öne çıkan kavramlardan biri, küresel yönetimdir.
Küresel yönetim (global governance) kavramı [1], uluslararası kuruluşların daha etkin bir yönetim anlayışıyla kurumsallaşmasını ifade etmektedir. Stefan Schirm, küresel yönetim anlayışına ilişkin dört farklı yaklaşım olduğunu ileri sürmektedir [2].
Schirm’in belirttiği ilk yaklaşımda, uluslararası kuruluşların yanlış yönlendirmeleri nedeniyle, piyasa sisteminde kaynakların etkin dağılımı ve kullanımı ilkesinin işlemediği savunulmaktadır. Bu yaklaşım, serbest piyasa ve kendiliğinden disipline girme (free market and self-discipline) olarak tanımlanabilmektedir. Bu yaklaşım açısından bakıldığında, küresel yönetim kavramının, liberal küresel düzene karşıt bir alternatif oluşturma anlamının olmadığı görülmektedir. Burada liberal düşünce, teorik olarak kaynakların etkin kullanımını sağladığı için istenmektedir. İlkeler liberal de olsa, önemli olan; küresel bir yönetim anlayışının geliştirilmesidir. Küresel yönetimde öz olan, ilkeler temelinde kurumsallaşmaktır.
İkinci yaklaşım, piyasa sistemini kurmaktan çok, piyasa başarısızlıklarının düzeltilmesi, sürdürülebilir kalkınma, yoksulluğun azaltılması, sosyal güvenlik ağları, çevre koruma gibi noktalarda, yönetsel standartlar, şeffaflık, eşgüdüm gibi ilkelere odaklanmaktadır. Bu yaklaşım, küresel gözetim ve yönetim (global supervision and management) yaklaşımı olarak anılmaktadır.
Küresel yönetime ilişkin üçüncü yaklaşım, sermaye hareketlerinin kontrolü ve vergilendirilmesi, ulusal sanayi politikası, rekabet gücü düşük sektörlerin korunması, adil ticaret, sosyal damping gibi noktalara odaklanmaktadır. Bu bağlamda hükümetlerin korumacı ve sosyal içerikli küresel standartlar belirlemeleri önemli olmaktadır.
Son yaklaşım ise, yönetimin demokratikleştirilmesi (democratization of governance) anlayışı üzerine kurulmaktadır. Bu anlayış iki boyutludur: 1) Karar alma süreçlerinde hükümet-dışı örgütlerin daha çok söz söyleyebilmesi, 2) Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda geçerli olduğu gibi, tüm uluslararası kuruluşların bir ülke – bir oy (one country – one vote) ilkesiyle yapılanması.
Küresel yönetime ilişkin Schirm’in belirttiği bu yaklaşımlar, ulus-devletlerin belirli ilkeler ve değerler temelinde davranışlar sergilemelerine dayanak oluşturan kurum (institution) kavramına ilişkindir. Bu açıdan, Thorstein Veblen’e kadar uzatılabilecek çizgideki Kurumsal İktisat anlayışı önem kazanmaktadır. Kurumsal iktisatçılardan Douglas North’un kurum tanımı çerçevesinde [3], küresel yönetim, oyuncuların bağlı olduğu oyun kurallarını oluşturmaktadır. Bu bağlamda küresel yönetim, küresel çapta nasıl bir sistem kurulacağı ve sürecin nasıl yönetileceğine ilişkin olarak devletleri ilke ve değerlerle bağlayan bir kurum niteliğindedir.
Küresel yönetimin dayandığı ilke ve değerlerin yanı sıra yasalar, kurumsallaşmanın hukuk boyutunu önemli kılmaktadır. Dani Rodrik, ekonomi politikalarının yapımında hukukun yeri bağlamında küresel yönetim anlayışını geliştirerek küresel federalizm (global federalism) kavramını ileri sürmektedir. Rodrik’e göre; küreselleşme süreci, bir yandan ulusal yetkilerin varlığı, diğer yandan da ulusal yapıların zayıflaması nedeniyle paradoksal bir eğilim göstermektedir. Küresel sistemin bu paradoksuna, uzun dönemde ekonominin küreselliği gibi, politikanın da küresel olmasıyla yanıt verilebilecek, bu da küresel düzeyde karma ekonomik sisteme dayanan küresel federalizm anlamına gelecektir. Kısa dönemde ise, ulus-devletlerin varlığı daha gerçekçi ve pratik düzenlemeler için sürdürülmek durumundadır [4].
Rodrik’in ileri sürdüğü böyle bir tasarımda küresel federalizm; yetki alanlarını düzenleyecek, fakat sınır etkilerini ortadan kaldıracaktır. Bu sistemde ulusal hükümetler silinmemekte, fakat ulus-üstü (supranational) hukuksal ve yönetsel otoriteler, ulusal hükümetleri koşullar çerçevesinde (kurumsal) davranmaya yöneltecektir. Bu eksende bir dünya hükümeti oluşturulacaktır. Yurtiçi düzenlemeler ve vergi politikaları uluslararası standartlara göre uyumlaştırılacak ve uluslararası ekonomik bütünleşme karşısındaki engelleri en aza indirecek şekilde yapılandırılacaktır. Yerel kamusal mallar bütünleşmiş piyasalara uygun olarak üretilecek ve arz edilecektir. Bütün bu sistem, dünya hükümetinin küresel piyasaları düzenlemesi anlamına gelecektir [5]. Rodrik’in bu küresel federalizm tasarımı, kurulacak bir ulus-üstü hükümet ile ulusal hükümetler arasındaki işbirliğini getirmektedir.
Küresel yönetim olgusu ulus-devletlere yönelik olmak üzere, ilke olarak katılımcılığı temel almakta ve kurumsal olarak karar ve eylemlerin çerçevesini çizmektedir. Fakat gerçek durum itibariyle bakıldığında küresel yönetim mekanizmalarında bazı ulus-devletlerin baskınlığı ya da ulus-ötesi kapitalist sınıfın güdümü söz konusu olabilmektedir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD’nin) politik ve diplomatik gücü ya da sadece ABD’nin değil, dünya genelinin liberal ekonomi / liberal toplum inşa etme güdüsü, küresel yönetim felsefesinin ve örgütlerinin oluşumunda belirleyici olmaktadır.
ABD’nin gücü ve baskınlığı bağlamında düşünecek olursak, katılımcılık ilkesinin sözde kaldığı görülmektedir. Askeri gücü de eklendiğinde ABD’nin etkisi büyümektedir. Gelişmekte olan ülkeleri de içeren G-20 örneğinde olduğu gibi; her ne kadar kararlara katılan ülke sayısı artsa da, ilkelerin ve politikaların belirlenmesinde ABD’nin taşıdığı değerler yönlendirici olmaktadır. Bu değerler de, küresel akışların doğasını biçimlendirecek yönde, liberal toplum değerleridir.
Liberal toplumsal yaşam ve bununla bağlantılı liberal ekonomi politikaları, küresel yönetim mekanizmalarının ağırlıklı özelliği haline dönüşebilmektedir. Sosyal devleti değil de, piyasa mantığını ve kültürünü kuran bir ülke olarak ABD bu liberal değerleri ulus-üstü kuruluşların yapısına taşımaktadır. Diğer bir yandan da, bu değerlere sahip bir ulus-ötesi kapitalist sınıfın varlığı söz konusudur.
Ulus-ötesi kapitalist sınıf, kapitalist sistemin ve kültürün küresel çapta bireyler ve toplumlar tarafından öğrenilmesi, deneyimden geçirilmesi ve kurumsallaştırılmasını hedeflemektedir. Bu sınıf; kapital sahiplerinin yanı sıra, kapitalizm zihniyetine sahip olan şirket yöneticileri, politikacılar, bürokratlar, medya yöneticileri ve tüketimci bireylerden oluşmaktadır [6]. Bu sınıfın üyeleri; kapitalizmi kurma, işletme ve özellikle tüketimcilik [7] bağlamında yaşam biçimleri oluşturmak suretiyle bilinçli ya da bilinçsiz olarak ortak paydadadır, yani kapitalist zihniyetlidir. Bu bakımdan, ulus-ötesi kapitalist sınıf da doğal olarak liberal değerlerin peşindedir ve ABD’ye eklemlenerek küresel yönetim mekanizmalarını etkileyecek bir felsefeyi yönlendirmektedir. Ulus-ötesi kapitalist sınıfın geniş çapta olması, küresel yönetimi (ulus-üstü kuruluşları) liberal çizgiye çekmekte ve onların kolaylıkla ve etkin olarak biçimlendirilmesini sağlamaktadır. Öyle ki; şirket yöneticileri, kapital sahiplerinin çizgisinden uzaklaşamamakta; politikacılar ve bürokratlar kapitalizme karşıtlıkla konumlarını kaybetme riskini göze alamamakta; medya yöneticileri tüketimciliği ve piyasaları yüceltmekte ve seçkin ya da sıradan bireyler, varlıklarını ve kimliklerini tüketimle kazandıklarını düşünmektedir. Üstelik bu kitleler her ulus-devletin/ulus-toplumun içinde bulunmakta; zihniyet ve davranış boyutuyla küresel çapta birbirlerine bağlanmaktadırlar. Böylece geniş bir toplumsal kitle, bilinçli ya da bilinçsiz olarak piyasa sistemine destek vermektedir. Dolayısıyla ulus-üstü kuruluşlar, liberal/kapitalist felsefeyle oluşturulmakta ve küresel düzeni yönetmektedir.
Küresel yönetim, bu liberal yapısına karşın, sorunlu bir anlayışı ifade etmektedir: Katılımcılıktan uzaklaşılmakta ve kapitalizmin yayılmacı karakterinin yol açtığı sorunlar görülememekte ya da görülse de çözüme kavuşturulamamaktadır. Bireylerin aşırı ve simgesel tüketimi, küresel ticaretin adil işletilmemesi, göçmenlerin dışlanması, ekolojik bozulma gibi sorunlar; ulus-devletlerin coğrafi ve sosyal sınırlarının ötesinde olma özelliği göstermektedir. Bu bakımdan ulus-devletlerin ortak katılımıyla çözülebilecek sorunlardır. Bu durumda küresel yönetim ya da küresel federalizm kavramları gerçek anlamıyla önem kazanmaktadır: Ulus-devletlerin üstünde bir yönetim anlayışı geliştirilmeli, fakat adalet ve katılımcılık ilkelerine dayalı bir bakış açısı kurumsallaştırılmalıdır. Böyle bir gelişme, küresel yönetim ile ulus-devlet arasındaki işbirliği anlamına gelmektedir. Manfred Steger’in ileri sürdüğü adalet globalizmi kavramı bu işbirliğine dayanan bir küreselleşme anlayışını ifade etmektedir.
Adalet globalizmi (justice globalism); genel olarak şu ana ilkeler üzerinden biçimlenen bir kavramdır:
- Küresel şirketlerin baskısına karşı ulusların bağımsız karar verebilme hakkı,
- Piyasa globalizmine karşı eşit güçlerin küresel işbirliği,
- Küresel düzeyde kapsamlı demokrasi, sosyal adalet, yoksulluğun azaltılması, doğal çevrenin korunması gibi ahlaki ilkeler,
- Tüm insanlar için, vatandaş katılımı, gerçek demokrasi, kimlik ve cinsiyet eşitliği, ekolojik denge, toplum-temelli ekonomi ve paylaşım adaleti,
- Türdeşleştirici tüketici kimliğinden kurtulma,
- Etik ve kozmopolit idealler,
- Silahsızlanma, küresel ısınma, çocuk işçi çalıştırılması gibi konulardaki uluslararası anlaşmalar [8].
Adalet globalizmi ideolojisi, kapitalist küreselleşmeye ve onun kurumlarına karşı olmakla birlikte, küresel düşünceye karşı değildir. Küreselleşmenin olabileceğini, ancak adil bir temelde daha insancıl bir şekilde işleyebileceği tezini içermektedir. Küresel yönetim kurumu ve/veya küresel federalizm önerisi, adalet globalizmiyle desteklendiği ölçüde, kabul edilebilir yönetsel biçimlere işaret etmektedir. Böyle bir yapı içinde ulus-devletler pasif kalmayacak, tüm insanlar için küresel işbirliğinin bir parçası olmak üzere pro-aktif bir nitelik kazanacaktır. Ne var ki; bu olumlu inşayı zorlayacak gelişme ve eğilimler yok değildir: Bazı ulus-devletlerin baskın karakterleri, kriz zamanlarında ulus-devletlerin korumacı refleksleri, ulus-üstü kuruluşların ulus-ötesi kapitalist sınıf çıkarları doğrultusunda politikalar geliştirmesi gibi eğilimler; küresel işbirliğini değil, küresel çatışmaları hızlandıracak ortamı canlı tutmaktadır. Korkarım ki; reel durum bu iken, ideal durum, ulus-devlet düzeyinde homo oeconomicus modelinin hırslarından uzak, fakat gerçekleştirilmekten de uzak bir yapıdır.
Kaynaklar
[1] İngilizce’deki ‘global governance’ kavramı Türkçe’ye çoğunlukla ‘küresel yönetişim’ olarak çevrilmektedir. Yönetişim sözcüğü Türk Dil Kurumu’nda ‘otoritenin ortak kullanımı’ olarak tanımlanmaktadır. Yönetim sözcüğünün kökündeki eylem yönetmek iken, yönetişim sözcüğünün kökünde olduğu düşünülebilecek yönetişmek şeklinde bir eylem, Türkçe’de yoktur. Buna karşın, yönetişmek eyleminin olduğu varsayılsa bile, ‘yönetme eyleminin karşılıklı yapılması’ anlamında, ‘yönet-iş-mek’ şeklinde işteş bir eylem söz konusu olacaktır. Yönetişmek sözcüğüne bu haliyle bakıldığında ‘karşılıklı yönetmek’ anlamını taşıyacaktır. Ne var ki, İngilizce ‘global governance’ kavramındaki yönetmek eylemi; bu yazıda kavramsal/teorik olarak incelendiği gibi, ‘ortak yönetmek’ ya da ‘birlikte yönetmek’ anlamına gelmektedir. Bütün bu temelde, ‘karşılıklı olarak birbirini yönetmek’ değil de, ‘ortak olarak birlikte yönetmek’ anlamı, konunun özünü daha doğru yansıtmaktadır. Buradan hareketle ‘küresel yönetişim’ yerine, ‘küresel yönetim’ şeklindeki bir kullanım daha işlevsel ve etkindir.
[2] Stefan A. SCHIRM, “The Divergence of Global Economic Governance Strategies”, New Rules for Global Markets: Public and Private Governance in the World Economy (Edt.: Stefan A. SCHIRM), Palgrave McMillan, New York, 2004, p.7-10.
[3] Douglas NORTH, Kurumlar, Kurumsal Değişim ve Ekonomik Performans, Çeviren: Gül ÇAĞALI GÜVEN, Sabancı Üniversitesi Yayınları, İstanbul, s.9.
[4] Dani RODRIK, One Economics, Many Recipes: Globalization, Institutions and Economic Growth, Princeton University Press, New Jersey, 2007, p.196.
[5] D. Rodrik, p.201.
[6] Bkz.
* Kees van der PIJL, Transnational Classes and International Relations, Routledge, London, 1998.
* Leslie SKLAIR, The Transnational Capitalist Class, Blackwell Publishers, Oxford, 2001.
* William I. ROBINSON, A Theory of Global Capitalism: Production, Class and State in a Transnational World, The Johns Hopkins University Press, Baltimore, 2004.
[7] Tüketimcilik (consumerism) kavramı bir sonraki yazımın konusu olacaktır.
[8] Manfred B. STEGER, Globalisms: The Great Ideological Struggle of the Twenty-First Century, Rowman&Littlefield Publishers Inc., Maryland, 2009, p.118-125.