Sen mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?
Nazım Hikmet Ran
Gündemin ve son zamanlardaki iktisadi yazıların arasına bir mola olarak giriyor ve kafaları karıştırmaya birçok soru sormaya geliyorum. İktisadiyatta da üzerine az eğilmediğimiz bir konudur malumunuz mutluluk, tıpkı tüm dünyanın ve zamanların merak konusu olduğu gibi. Özellikle son yıllarda, çokça sorulan sorular; Nasıl mutlu olacağız? Mutluluğumuzu nasıl sürdüreceğiz? Ya da en temelde asırlardır değişmeyen soru; ‘’Mutluluk nedir’’ sorusunu bize sorduran ne? Yoksa hepimiz sonsuza kadar yaşamayı araştırırken, bir de sonsuza kadar mutlu yaşamanın mı peşindeyiz? Her şeyden haz almak zorunda mıyız? Mutsuzluk bir başarısızlık kaynağı mı? Yoksa vicdanını yitirmiş dünyanın vicdansız ama mutlu gözüken hallerine ortak olmak ve her ânı mutluymuş gibi herkese sunulan bir gösteri olarak konumlandırmak derdinde miyiz? Her geçen gün, sadece ülkemizde değil dünyanın pek çok yerinde artan anti-depresan kullanımı ve depresyon teşhisi ile sorumluluğun sadece bireyin kendisine, kendi başarısızlığına atıldığı; bu yüzden bireyin bu başarısızlığı gerekli çabayı yani tüketimi sağlayarak, reklamlardan öğrendiği hazır mutluluğa erişmesi ile telafi etmesi gerektiği günümüz dünyası… Sonsuza kadar haz dolu, acıdan uzak, mutluluk uyuşukluğuyla yaşamayı isteyen modern dünya… Nerede o Aristo’nun kutsal erdeminde aradığı mutluluk… Sahip olmanın hep daha fazlasına, arzu etmeninse hep daha fazla arzu etmeye vardığı ve bu yüzden hedonizmin yarattığı mutluluğun gelip geçici olduğunun farkında değil mi kimse? Ya da farkındaysa, sistemin sürekliliğine olan inancı nedeniyle, tükenmekte olan doğal kaynaklara bile çözüm bulabileceğine inanılan bu sistemin karşısında kendisini çaresiz hissedip, tüketimin bir parçası olarak varlığını devam mı ettiriyor? Kendisi olmanın diğer adı mutluluk, mutluluğun diğer adı haz, hazzın diğer adı içsel mutluluk yaratan ve tükendikçe hep daha fazlasını yaratan ürünler sunan yeni dünya…
Geçenlerde üşütmüşüm, televizyonun karşısında battaniyeyle uyuyakalmışım… Gözlerimi açtığımda bir belgesel, dünyanın 1000 yaşındaki tek insanının hikâyesini anlatmaktaydı… 1960’larda doğan amcamız, sonsuza kadar yaşama isteğiyle bütünleşmiş ve çocuklarını, onlarca torununu gömmesine rağmen, hatta kendi deyişiyle dünyadaki tüm filmleri izleyip, dünyanın her köşesini 127 yaşındayken bitirmiş olmasına rağmen, kendini oyalayamamaktan yakınıyor sadece ve hep daha fazla yaşayarak, New York’un sonunu bile görüyor… Da eline ne geçiyor? Dedim içimden… Açıkçası hastalığım nedeniyle mi karamsardım yoksa izlediğim tablodan mı bilemiyorum; fakat dehşete kapıldım. Bizim de içinde bulunduğumuz bir dalganın parçası olarak son yıllarda bilim dalları, doğa bilimlerine yakınlaşmaya başladı, sosyal olandansa. Sonsuza kadar mutlu olmak değilse bile, hep nasıl mutlu olacağımızla pek ilgilenir olduk. Sonsuza kadar mutlu yaşamanın vadettiği şey, hedonist döngü; tatminsizlik ve hayal kırıklığının körüklediği istemek ve elde etmekten oluşan fasit daire. Hatta şuanda yaşadığımız sonlu dünyamızda, belli haz seviyelerine alışarak hep aynı mutluluk seviyesine döndüğümüzü ifade eden Easterlin Paradoksu’ na da benzetebiliriz bunu… Yaşamın amacının mutluluk haline gelmesiyle daha da mutsuz haldeki bizler için mutluluğun yolu haz almaktan, mesela Magnum ya da Eti çikolata yemekten geçiyor olabilir. Hatta biz bu ‘’yeme’’ işinde o kadar ileri gitmiş olabiliriz ki, birtakım yan etkileri açıklansa da asla çirkin bir tat almamak, hep haz almak için MSG-Çin Tuzu ya da benzer katı maddeleri içermesine göz yumuyor olabiliriz yediğimiz, içtiğimiz yapay gıdaların… Yapay haz akışının kesintisiz olduğu sosyal medyadan uzak kalamayan, karşılaştığı sıkıcı ödevlerden ya da onları eğlendiremeyen hocalardan hazzetmeyen öğrenciler… Eskiden kolektivist kültürel yaşama bir örnek olan bu coğrafyada, yediğini içtiğini anlatmanın ‘’ayıp olduğu’’ bir zamanda doğan ve artık ne yediğini, ne içtiğini, ne kadar harika yemekler pişirdiğini, ne kadar da mutlu olduğunu bu yemeklerin başına geçip selfçe çekerek paylaşan anneler…
Artık toplumsal hareketlerin bile alternatif üretmeye yaramadığı, sadece sistemin yan etkilerini yumuşattığı şu dünyada onca problemi sadece sanal ortamdan takip eden bizler, istifimizi bozmadan gelip geçen resimlere bakarken ne kadar duyarsızlaştığımızı, hareketsizleştiğimizi, hissizleştiğimizi fark ediyor muyuz acaba? Fisher’in aktardığı gibi ‘’artık öfke, hatta ilgi bile uyandırmakta başarısız olan süper doygunluğa ulaşmış bir yozlaşma’’nın içinde bize düşen deli gibi çalışıp, tüketmek üzere para kazanmak ve bunu harcamakla televizyon izlemek arasında geçen bir ömür mü? Yoksa mutluluğu bir amaç, bir haz üretme bahanesi olmaktan çıkarıp mutsuzluğun da normal olduğunu ve her nefes alışımızda mutlu olamayacağımızı kabullenip, ölçülü bir şekilde ulaşabileceğimiz hedeflerimizle, sadece kendimizi düşünmekten uzaklaşıp, rahatlama zamanı mı? Bir sabah uyandığımızda, penceremizden giren güneşle aydınlığa yol alıp umulmadık bir anda mutlulukla karşılaşabileceğimizin verdiği heyecanla yataktan kalkmak kadar basit mi yoksa şu mutluluk denilen şeyin kendisi?
Kaynaklar
[1] Başterzi Çıngı, Ayşe Devrim ‘’ Bir Fotoğraf Karesi Olarak Mutluluk’’ , Psikeart sayı:41
[2] Küçükparlak, İlker ‘’Bildiğim Kadarıyla Mutluluk’’ Psikeart sayı:41 2015
[3] Farrelly,Elizabeth, Mutluluğun Sakıncaları Yapı kredi Yayınları, Şubat 2015
[4] Fisher, Mark, Kapitalist Gerçeklik, Habitus Yayınları, 2011
[5] Comte-Sponville, Andre vd. Mutluluğun En Güzel Tarihi, İş Bankası Yayınları, 2014
İlk Görsel: http://www.dmy.info/