Fazıl Say “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçundan 10 ay hapis cezası aldı. Güya Say twitter hesabında şunları yazmış:
“Irmaklarindan saraplar akacak diyorsun, cenneti ala meyhane midir? her muminine 2 huri verecegim diyosun, cenneti ala kerhane midir?”
“bilmem farkettiniz mi ama nerde yavşak adi magazinci hırsız şaklaban varsa hepsi allahçı, bu bir paradoks mu?”
Oysa bu yazılanlar Say’a ait değil. Ama amaç ceza vermek olursa bu türden ayrıntıların önemi kalmaz. İddianamede – güya – Say’ın yazdıklarının “kamusal barışı bozmaya elverişli olduğunu” iddia edilmiş ve (bozuk bir Türkçeyle) şöyle yazılmış: “Yeryüzünde yaşayanların büyük çoğunluğunun mensubu oldukları üç büyük dinin mensuplarının ortak değerleri olan Allah, cennet ve cehennem gibi kavramlara yönelik hislerini nedensiz yere incitecek ve bu kavramların anlamsız, gereksiz ve değersiz olduğu kanaatini uyandıracak şekilde dini değerleri aşağılamak kastıyla yazıldığı kanaatine varılmıştır.”
İddianamedeki bu suçlamaları nasıl değerlendirmek gerekir? Dini değerleri eleştirmek amacıyla yazılmış olsa dahi kişinin düşüncelerini ifade etmesi suç mudur? Şöyle de sorabiliriz: bir kişi bazı dini değerlerin anlamsız ve değersiz oluğunu düşünüyorsa, bu düşüncesini dile getirmeye hakkı var mıdır? Tüm bunlar ifade özgürlüğünün kapsamına giriyor. Benim burada zaman zaman eleştirdiğim liberallerin yayınladığı bir kitapta ifade özgürlüğü için şöyle deniliyor: “İfade özgürlüğü, ne kadar kırıcı olursa olsun, kimseye doğrudan zarar vermemesi koşuluyla her türden şeyin basılma ve radyoda veya televizyonda yayınlanma hakkının olmasını gerektirir. Irkçı, cinsiyet ayrımcısı, devrimci, pornografik, homofobik ifade biçimlerine ve düşüncelere izin verilmeli ve gerektiğinde bunlar eleştirilebilmelidir,” (s. 130).
Buradan hareket edildiğinde meselenin çözümüne ilişkin temel kıstas gayet açık hâle geliyor: bir demokraside halkın dini değerleri ancak fiziksel tehditlere karşı koruma altındadır, eleştiriye ya da yermeye karşı değil. Bu anlamda, fiziksel bir tehditle karşı karşıya kalmadıktan sonra hiçbir inanç ya da düşünce eleştiriden azade değildir ve yasalarla korunmaz. Zaten böyle olmaması da demokratik özgürlüklerin bir gereğidir. Dolayısıyla twitter’daki ifadeler kendilerini dindar olarak adlandıran kişiler için ne kadar “sinir bozucu” olursa olsun, bunlar bu kişilerin inanç özgürlüğüne karşı tehdit oluşturmaz ve hiçbir yaptırıma tâbi değildir. Bir ifade sizde “gereksiz ve değersiz olduğunuz kanaati” uyandırıyorsa sorun sizdedir, yazanda değil. Yazılanlar sizin içinizde hali hazırda mevcut olan bir hissi uyandırmıştır sadece. Eğer birilerinin yazdıkları “kamusal barışı” bozuyorsa bunun sorumlusu fiilen barışı bozanlardadır, yazı yazanlarda değil.
Meseleye böyle baktığımızda demokrasinin tek üstün tarafının her düşünceye hayat hakkı tanıması olduğu söylenebilir. Gerçekten de demokrasinin bundan başka temel bir meziyeti olamaz. Başkalarının fikirlerine saygı göstermek illa bu fikirleri ciddiye almak anlamına gelmez; olsa olsa bunlara tahammül göstermek anlamına gelir. Şimdilerde fikirlere ve inançlara saygı göstermekten bahsedildiğinde “hoşgörü” kelimesi sıkça kullanılıyor. Ama Türkiye söz konusu olduğunda “tahammül” meseleye çok daha uygun düşen bir kelime görünüyor. Tahammül göstermek de meseleleri ancak böyle görebilecek belirli bir idrak seviyesine ulaşmış olmayı gerektirir. Bu aşamaya ulaşamamış toplumlarda ise farklı fikirlere sahip insanlar birbirlerini ikna etme ya da kanıt gösterme yoluyla değil, güç kullanma ve ortadan kaldırma yoluyla alt etmeye çalışırlar. Toplumsal ya da kamusal barış da bu yüzden bozulur – o da varsa tabii.
Birileri burada dindarlıktan ya da dini inançlardan hareketle muhafazakârlıktan bahsedebilir. Muhafazakâr kişilerin kendi dini değerlerinin eleştirilmesinden rahatsız olduklarını söyleyebilir. Oysa muhafazakâr olmak eleştirilemez olmak anlamına gelmez ve kimseye böyle bir hak da vermez. Kaldı ki Türkiye gibi bir ülkede muhafazakârlığın ne anlama geldiği belli değil. Muhafazakâr kelimesi bugün sadece eskiden daha sık kullanılan “İslâmcı” kelimesinden rahatsız olanlar tarafından kullanılıyor ve görünen o ki bundan başka bir anlama sahip değil. Açık söylemek gerekirse, muhafazakârlık kelimesi özellikle son yıllarda kendi dini değerlerini sürekli olarak başka insanlara dayatmaya çalışan ve bu şekilde bireysel özgürlükleri ihlâl eden bazı kesimlerin eylemlerini nitelendirir hâle geldi. Bu hususta, köklü bir muhafazakâr geleneği olan İngiltere’de J. S. Mill’in muhafazakârlık hakkında söylediklerini düşünmek gerekir. Mill 1866’da İngiliz meclisinde yaptığı bir konuşmada şöyle diyor:
İfade ettiğim şey, Muhafazakâr Parti’nin, kendi yaratılış yasasının gereği olarak, ister istemez en ahmak parti olduğuydu. Şimdi bu iddiayı geri almıyorum; fakat muhafazakârların genelde ahmak olduklarını söylemedim. Ahmak kişilerin genelde muhafazakâr olduklarını söyledim. Bunun öylesine açık ve inkâr edilemez bir gerçek olduğuna inanıyorum ki hiçbir onurlu beyefendinin bundan şüphe edeceğini düşünmüyorum bile. (…) Denilebilir ki ahmaklığın muhafazakârlığa eğilimi varsa, yüzeysel bilginin ve yarım bilginin de liberalizme eğilimi vardır. (…) Yarım bilgi sahibi insanlarda bir belirsizlik söz konusudur. Onlara güvenemezsiniz. Düşüncelerinin ne yönde olacağını söyleyemezsiniz. Düşünceleri günden güne, belki de okudukları son kitaba göre değişir. Dolayısıyla liberal iken muhafazakâr da olabilirler, muhafazakâr iken liberal de. Sayıca fazla olmayan ve ne yapacakları belirsiz olan bir sınıftır bunlar. Fakat saf ahmaklıkta yoğun ve katı bir kuvvet mevcuttur – öyle ki birkaç becerikli adam, arkalarında bu kuvvetin baskısıyla, pek çok mücadelede zaferi sağlama alabilir. Muhafazakâr Parti de pek çok zaferini bu kuvvete borçludur. (ss. 85-86)
Kendilerini muhafazakâr ve liberal olarak adlandıran kişilere bir de bu açıdan bakmak lazım. Ancak bu iki nitelendirmeyi günlük anlamlarıyla düşünmek sanırım doğru olmaz. Mill’in yukarıda ahmaklık ve eksik bilgiyle tam olarak neyi kastettiğini anlamak için bana göre kendisinin On Liberty adlı denemesine bakmak gerekir. Burada Mill’in insanlığın ilerlemesini tartışmaların özgürce yapılmasıyla ilişkilendirdiği yer bu iki nitelendirmenin içeriği için biraz ipucu veriyor:
Kendiliğinden gelişmenin önündeki ilk engeller o kadar büyüktür ki bunları aşmak için tercih edilecek araçlar çok azdır; ve ilerleme ruhuyla dolu bir hükümdar belki de başka türlü ulaşılamayacak olan bir amacı elde edebilecek her çareyi kullanmada yetki sahibidir. Islah edilmeleri amacıyla olması koşuluyla despotizm barbarlarla baş ederken meşru bir yönetim biçimidir ve kullanılan araçlar da bu amacı fiilen gerçekleştirdikleri için meşrudur. İnsanlığın özgürce ve eşitçe yapılan tartışmalar vasıtasıyla ilerleyebilir duruma geldiği bir zamandan önceki koşullarda, özgürlüğün bir ilke olarak hiçbir şekilde uygulanma imkânı yoktur. O zaman gelinceye değin, bulabilecek kadar talihli olurlarsa, insanların bir Ekber’e ya da Şarlman’a mutlak olarak itaat etmelerinden başka bir yolları yoktur. Fakat insanlar haklı çıkma ya da ikna etme vasıtasıyla kendi gelişimlerini yönlendirdikleri duruma ulaşır ulaşmaz (bizi burada ilgilendirmeyen tüm uluslarda bu döneme çok önceden ulaşılmıştır), güç kullanımı, ister doğrudan olsun ister itaat gösterilmeyen durumlarda verilen eziyetler ve cezalar biçiminde olsun, insanların kendi iyilikleri için kullanılan bir araç olarak geçerliliğini yitirir ve sadece diğer kişilerin güvenliğinin sağlanması açısından meşru hâle gelir. (s. 224)
Mill eğitimsiz kitlelerin elindeki kuvvetin demokrasiyi bir mediokrasiye, yani vasat kişilerin yönetimine dönüştürmesinden korkuyordu. Vasat kişilerin bir özelliği de meseleler hakkında eksik bilgiye sahip olmaları ve derin düşünmemeleridir. Yüzeysel bilgilerinden ve yalan yanlış öğrendiklerinden hareketle son derece sorunlu birtakım kanaatler oluştururlar ve buna göre hareket ederler. Bu kanaatleri de Mill’in dediği gibi sürekli değiştiğinden, toplumda bu insanlara dayanarak istikrarlı bir yapı kurmak mümkün olmaz. Böyle insanların olduğu bir yerde demokrasinin yaşaması mümkün değildir, çünkü bu kişilerin idrakleri demokrasi için gerekli olacak derecede gelişmiş değildir. Mill “ahmak” derken büyük ihtimalle bu seviyeye ulaşmamış olan kişileri kastediyordu.
Böyle olduğunda, bu kişilerin liberalizme ve muhafazakârlığa eğilimli olmaları doğal sayılabilir. Zira liberalizm özgürlüklere vurgu yaparak bu kişilerin sorunlu kanaatlerini başkalarının zararına olacak şekilde “muhafaza etmelerine” imkân verir. Nitekim vasat kişiler yukarda bahsettiğim tahammülü kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayan insanlara gösterecek kapasiteye sahip değillerdir. Bu nedenle, toplumda özgürce ve eşitçe tartışmalar yapılması engellerler. Bu da toplumda bireysel hak ve özgürlüklerin uygulanmasını engeller. Görünen o ki Mill’in bunun için önerdiği çözüm iyi niyetli otoriter bir yöneticiye itaat etmek. Burada mesele otoriter bir yöneticinin (ya da hükümdarın) olması değil, yöneticinin özgürlüklerin gelişmesini sağlayacak koşulları toplumda yaratması. Ancak böyle bir yöneticinin bulunmasının zor olduğunu Mill de kabul ediyor. Mill’in bu düşüncelerini başka yerlerde daha ayrıntılı açıklayıp açıklamadığını ya da aradaki bağlantıları bu şekilde kurup kurmadığını bilmiyorum. Ama demokrasinin gelişmediği toplumlar söz konusu olduğunda Mill’in dedikleri için bu şekilde bir yorum yapılabilir herhalde.
Türkiye’deki muhafazakârlığa ve liberalliğe, özellikle de bu ikisi arasındaki ilişkiye biraz da yukarıda anlattıklarım açısından bakmak gerekir. Bizde muhafazakâr adlandırması genelde sorunlu kanaatlere bir nevi meşruluk kazandırmak amacıyla kullanılıyor, sanki muhafazakâr olmanın bir dokunulmazlığı varmış gibi bu kişilerin düşünceleri meşru bir kalıba sokuluyor. Oysa yukarıda da dediğim gibi muhafazakârlık kimseye eleştiriden azade olma hakkı tanımaz. Ama Türkiye’deki liberaller bu kelimeye bu içeriği kazandırmak için uğraşıyorlar. Bu da liberalizme uygun altyapısı olmayan bir ülkede liberalizmin bu ideolojiyi anlamamış insanlar tarafından uygulanmaya çalışılmasından kaynaklanıyor. Bu durumdan kaynaklanan en büyük tehlike de liberalizmin (Mill’in korktuğu) mediokrasiye giden yolu açmada bir meşrulaştırma aracı olarak kullanılması. Görünen o ki Türkiye’de liberalizm mediokrasinin bir alt kolundan başka bir şey değil.
Eğer durum gerçekten böyle ise, Türkiye’de mediokrasiden kaçınmak için ne yapmak gerekir? Mill’in bahsettiği türden bir yönetici mi bulmalı, yoksa işleri kendi hâline bırakıp insanların sağduyusuna mı güvenmeli? İlki mümkün değil, ikincisi de (Say meselesinin gösterdiği üzere) şu andaki koşullarda mümkün değil.
KATEGORİLER
Çevre Ekonomisi
Duyurular
Edebiyat
Ekonometri
Felsefe
Fizik ve İktisat
İktisadi Düşünce Tarihi
İktisat Eğitimi ve Bölümleri
İktisat Öğrencilerine Tavsiyeler
İktisat Söyleşileri
İktisat Tarihi
İktisat Teorisi
Deneysel ve Davranışsal İktisat
Psikoloji
Risk ve Belirsizlik
Nöroekonomi
Nöropazarlama
Oyun Teorisi
İktisat ve Edebiyat
İktisatçılar
Kalkınma İktisadı
Eğitim
Eğitim İktisadı
İşgücü Piyasaları
Mutluluk ve Refah İktisadı
Teknoloji ve Yenilik İktisadı
Yoksulluk
Kitap İnceleme
Deneysel İktisat Kitaplığı
Konuk Yazarlar
Köşe Yazarları
Kuantum Fiziği ve Felsefesi
Özel Dosyalar
Müzik
Petrol
Sanat ve İdeoloji
Serbest Atış
Kategorisiz
Tarih
Türkiye Ekonomisi
Uluslararası İktisat
Uluslararası Rekabet
Yazarlarımızdan Haberler
Kitap Tanıtımı