Yoksulluk mekâna ve zamana bağlıdır ve ancak onlar aracılığı ile anlamlandırılması mümkündür. Bu, her mekânda yaşanan yoksulluğun kendine has olması, bir başka deyişle o mekânın diğer özelliklerinden, belirleyicilerinden etkilenmesi ya da onlar tarafından tanımlanmasıdır. Mekân olarak tanımlanan alanlar birbirlerine ne kadar çok benziyorsa ya da tanımlanma nesnesi olarak kullanılan ortaklıklar ne kadar çoksa yaşanan yoksulluk(lar)da o ölçüde birbirine yaklaşmakta-aynılaşmaktadır. Bunun anlamı, yoksulluğun tamamen ucu açık, belirsiz, ele gelmez, kavramsal düzeyde yaratılmış bir şey olması değil, mekândan bağımsız yaşanmaması, bunun mümkün olmamasıdır. Bir anlamıyla tarihsel süreç içinde farklı güç ilişkileri, mücadeleler, müdahaleler sonucunda oluşturulan “insani yaşam” ölçütlerinin ancak mekân-zaman bağlamında anlamlı hale gelmesidir.
Mekânzamana bağlılık geliştirilen evrensel tanımlamalarla örneğin sağlıklı içme suyuna erişim, ya da yeterli düzeyde beslenebilmek ile ters düşmemektedir. Söylenen mekânzamanın birincil belirleyici olmasıdır . Mekânın belirleyiciliği ile coğrafi bir tanımlamanın ötesinde o mekânı tanımlayan ekonomik ilişkilerden, eğitim, kültür vb kaynaklardan da bahsediyoruz. Bu nedenle yoksulluk mekâna ilişkindir söylemiyle, yoksulluğun aynı zamanda mekâna rengini veren eğitim, kültür, gibi değişkenlere ilişkin olduğunu anlatmak istiyoruz.
Bu yazıda yoksulluk mekan kent düzleminde ele alınmıştır. Çünkü, kent ile kır arasındaki farklılıklar, hem mekânların örgütleniş biçimi hem ayrışma düzeyleri, birlikte ele alışı imkânsızlaştırmaktadır.
Kent içi farklılaşmalar ve eşitsizliklerin görünür kılınması anlamında mekân
Kent nüfus büyüklüğü, nüfus yoğunluğu, kentte yaşayan nüfusun nitelikleri-özellikleri baz alınarak farklı biçimlerde tanımlanabilmektedir. “…kentten genellikle nüfus birikiminin, uzmanlaşmanın, işbölümünün, sanayileşmenin, ikincil ilişkilerin yoğun biçimde yaşandığı bir yer olarak söz edilir.” Tanımlamalar kentin ne olduğundan çok özellikleri, neyi kapsadığına ilişkindir. Kente ilişkin söylenebilecek şeylerden biri, her ne kadar bir kenti diğerinden ayıran özellikler bulunmakla birlikte kentin-kentlerin kendi içlerinde homojen olmadığıdır. Kent, heterojen, çelişki ve çatışmalarla yüklü, değişken, yeniden düzenlenen, biçimlendirilen, biçimleyen bir yapıdır. Heterojenlik salt birbirinden farklı olmayı değil, aslolarak eşitsizlikleri tanımlamaktadır. Kentsel mekânlar bu eşitsizlikler üzerinden paylaşılmakta ve yeniden yapılanmaktadır. Bu eşitsizlikler kimi zaman farklılıklarla da örtüşebilmektedir. Ya da bir dönem için farklı olunduğu için yerleşim mekânı olarak seçilen alanlar zamanla ayrışmakta ve kendi içinde eşitsizliği ifade eden yeni mekânsal yapılanmalara dönüşmektedir (kentsel dönüşüm alanları, yerinden edilme ya da homojen gecekondu bölgelerinden dışa açık heterojen yapılaşmaya evriliş, vb). Kentin her yeniden düzenlenişi ile kimin nereye yaşayacağı da yeniden belirlenmektedir.
Her birey kendini anlatmak, göstermek, ben buradayım, kimliğim bu demek için tanımlayıcı nesnelere ihtiyaç duyar. Tanımlama sürecinde beden mekân görevini yerine getirir, kendini göstermenin-anlatmanın yolu olarak sözcüklere dökülmeyen, ses olmayan göstergeler (giyim-kuşam), semboller (inancın-kültürün ifadesi olan kolyeler Yusufcuk, Zülfikar…), vücuda kazınan dövmeler, vb kullanılır. Böylelikle doğrudan iletişim kurulmayanla, yabancı olanla bu semboller üzerinden iletişim kurulur, “ben” buyum denilir. Her bir giyim/kuşam-sembol-dövme açıkça söylenmeyenin hissedilmesi-hissettirilmesi çağrısıdır. Ancak giyim/kuşamı-sembolleri-dövmeleri herkesin (anonimleştirecek sayıda kişi anlamında herkes) kullanabilmesi, ulaşabilmesi, yapılabilmesi bireyin kendini göstermesini, farklılığına vurgu yapmasını sınırlandırmaktadır. Bir başka deyişle sembol ve dövmelerin cisimleştiği mekân olarak beden, “farklı” olunduğunun altını çizmek için yeterli ya da işlevsel değildir. Birey için mekân olabilen beden hane söz konusu olduğunda geçerliliğini büyük ölçüde yitirmekte yerini hanenin sosyal konumunu-statüsünü ifade eden diğer göstergelere bırakmaktadır. Özellikle kadınlar için medeni hal, çocuk sahibi olup olmama, erkekler için iş ve işteki statü, mülk sahipliği önemli görünmektedir. Ancak tanımlama nesneleri bu haliyle görünür değillerdir. Onları görünür kılmak gerekir ve burada mekân devreye girer. Yaşanılan -oturulan konut -caddesinde yürünülen yer, alışveriş yapılan mekân, gidilen okul, eğlenilen mekân üzerinden hem “birey” hem de mensup olduğu aile kendisini gösterme, bütünden-diğerinden ayırma fırsatını yakalar. Mekân kimlerle yemek yenildiğinin, komşuların kimler olduğunun, ne giyildiğinin, nerede çalışıldığının göstergesidir. Gösterge olarak mekân, sınıf ya da statü farklılaşmasının dile getirilmesidir.
Statü ve gelire göre ayrışan mekânlar, kent merkezlerinin farklılaşmasını yeni merkezlerin dolaşıma sokulmasını beraberinde getirir. Bir dönem orta sınıf mekânları olarak görülen yerleşimlerin zaman içinde “çevre” tarafından zapt edilmesi ya da ekonomik kimi dönüşümlerin bunu zorunlu kılması yeni mekânların dolaşıma sokulmasının da gerekçeleridir. Ankara özgülünde bakıldığında kent merkezinin kimi orta-üst kesimler için sürekli bir değişime tabii tutulduğu görülür. Kızılay’dan Tunalı ya doğru çekilen merkez, artık bununla da sınırlı kalmamakta yeni merkezlere Bilkent’e, Çayyolu’na kaymaktadır. Çevrenin-yoksulun daha önce merkez olarak adlandırılan alanlara doğru kayması, orta-üst sınıf tarafından yeni merkezlerin yaratılmasını beraberinde getirmektedir. Bu yeni merkezlerde yaşayanlar yoksulların kentle bağ kurdukları Ulus’u hiç görmemekle yada bilmemekle övünmekte yoksullardan bu kadar uzak olmayı, onlara dokunmamayı saf-steril-farklı hayatlarının bir göstergesi olarak dillendirmektedir. Bu süreçte yeni merkezlerin yaratılması yeterli değildir, önemli olan bu yeni merkezleri koruyabilmektir, dışarıdan girişlere izin vermemektir (bunun için güvenlik duvarları, “dışarıdan” gelenin dışlanması – kaale almama, görmeme, duymama gibi farklı yollar kullanılmaktadır). Peki, yoksulla aynı mekan içinde var olmayı-yaşamayı imkansız kılan ya da orta üst sınıfı, kendi benzerleriyle iç içe olmaya, “hijyenik” mekanlara iten nedir? İnsanoğlunun/kızının kendi suretini aynada seyretmekten hoşlanması neden olabilir mi? Araya mekânı-mesafeyi koyarak yoksullardan ya da kendinden “altta” bulunandan farklı olduğunu gösterme isteğinin gerisinde ne var? Bu durum korku, can güvenliğinden, bedensel bütünlüğüne saldırıdan, sahip olunan mülke verilmesi muhtemel zarardan duyulan korku ile açıklanabilir mi?
Yoksul mekânlarından, vebadan kaçar gibi kaçma yoksulluğa yüklenen nitelemelerden-sıfatlardan kendini ayrı tutma ve bunları kendi dışına atma isteğinde yatıyor gibi. Yoksulluktan ya da ona atfedilen özelliklerden kirden, kokudan, tembellikten, açlıktan, cehaletten, hastalıktan ve bunların bulaşıcılığından uzak durma isteğinden… Mekânın bölünmesi-ayrıştırılması, herkesin kendine “uygun” yerde yaşaması yoksullara dokunma çarpma ihtimalinin baştan reddedilmesinin, bir başka deyişle bedenlerin-konumların baştan ayrıştırılmasının dışa vurumudur. Elde var olan tüm olanaklar ayrışmanın sağlanması, süreklileştirilmesi ve dahası bunun gösterilmesi-ilan edilmesi için kullanılır. Peki, farklılaşmış mekânlarda yaşanan nedir? Bunun bir önemi yoktur, farklılaşmış mekânlarda aynı şeyler yaşansa da- Dikimevinin ara bir sokağında bulunan düğün salonunda da, 5 yıldızlı Hilton’da da Ankara havası eşliğinde misket oynansa da, rakılar tokuşturulsa da- önemli değildir, önemli olan neyin göründüğü, dışa vurulduğudur. Toplumsal ilişkiler bağlamında var olan mesafenin “farklı dünyaların insanı” olma durumunun mekân düzeyinde açık bir biçimde görünür kılınmasıdır.
Daha önce belirtildiği üzere kent merkezmekânları sürekli değişmekte ve dönüşmektedir. Ancak bu değişim tüm yoksulların artık onlara ait- ya da onlara bırakılan merkezlere gidebildiği- o mekânları kullanabildiği anlamına gelmemektedir. Ankara’da kent yoksullarının %46’sı merkez olarak nitelendirilen Kızılay’a hiç inmemiştir. İstanbul’da kent merkezine inmeyenlerin oranı %42, İzmir’de %43, Bursa’da %40’dır. Kent ile ilişkileri sınırlı olanların büyük bir bölümünü kadınlar oluşturmaktadır. Bir anlamıyla kentsel mekânların kullanımı toplumsal cinsiyet rolleri tarafından da belirlenmektedir. Buna koşut olarak yaşanılan mahallelerde ya alt merkezler oluşmakta ya da ev ve evin çevresi ile sınırlı bir yaşam yaratılmaktadır. Mahalle içi alt merkezlerin 2 alanda oluştuğunu söylemek mümkün: alışveriş yapılan küçük buluşma noktaları, genellikle bir kavşakta bulunan, ya da parklar.
Yoksulların sosyalleşmesi açısından parklar özellikle önemli mekânlardır. Çoğu zaman başka bir yerde dinlenme, çay içme imkânı olmayan yoksullar evde hazırladıkları düşük maliyetli yiyecekleri (hamur işlerini) ve yine evde demledikleri çayı alıp parka gitmekte, parkı ailenin evin dışında zaman geçireceği bir alana dönüştürmektedir. Park, çocukların eğlence, yetişkinlerin dinlenme, dışarıda zaman geçirme, sosyalleşme-konuşma, spor yapma vb ihtiyaçların karşılandığı bir mekân görümündedir. Orta-üst sınıf tarafından sıkça belediyelere eleştiri konusu haline getirilen, altyapı hizmetleri yapılmıyor ancak üstte görünen, göz boyayan şeylere para harcanıyor, eleştirisi kent yoksullarının yaşamlarından ihtiyaçlarından ne kadar uzak olunduğunu göstermek dışında bir şey ifade etmiyor.