Birinci yazıda Kant’ın epistemolojisindeki temel kavramlara kısaca değinmiştim. Kant, Salt Aklın Eleştirisi’nde sentetik a priori bilgiye nasıl ulaştığımızı irdeler ve kitabın ilerleyen bölümlerinde Ding an sich (Kendinde-Şey) kavramını açıklar. Özetle Kant, kendinde-şeylerin bilgisine tam olarak asla ulaşamayacağımızı , yalnızca ve yalnızca fenomenlerin( olguların) , yani nesnelerin bize göründükleri halinin bilgisinin mümkün olduğu vargısına ulaşır. Bir başka deyişle, Kant’ın skeptik olduğunu söyleyebiliriz, felsefesi kuşkuculuğa götürür; Tanrının varlığı ya da yokluğu , dünyanın başlangıcı, bütünün bölünemez parçalardan oluşup oluşmadığı ile ilgili sorulara Salt Aklı kullanarak tek ve net bir yanıt bulamayacağımızı iddia eder, çünkü Salt Akıl böyle bir çabayla aslında girmemesi gereken bir alana girer, kendi çatışkılarıyla karşılaşır ve bu soruları yanıtlamada başarısızlığa uğrar. Görüldüğü gibi, Kant’ın felsefesinde bir dualizm vardır, bilgimize net bir sınır çeker, Süje ile Obje arasında “rahatsız edici” bir kopukluk noktası belirir ; Süje Obje’nin tam bilgisine ulaşamaz. Kant’ın bu felsefesi ona göre kritiktir; dogmatik rasyonalizm ve ampirizmden (deneycilik) özenle sakınır. Ancak bu noktada Kant’tan sonra gelen filozoflar Kant’ın aslında yeteri kadar kritik olmadığını düşünürler, çünkü onlara göre Kant, Süje ve Obje arasına bir anlamda “keyfi” bir sınır çekmiştir. Ondan sonra gelen büyük Alman İdealistleri işe önce Kant’ı eleştirmekle başlarlar ve bıraktığı boşluğu doldurmak isterler. Fizikle olan net bağlantısı nedeniyle bu yazı dizisinde daha önce belirttiğim gibi, Reinhold, Fichte ve Hegel’den ziyade Schelling üzerine yoğunlaşacağım.
Öncelikle belirtmek gerek ki Fichte, Schelling, Hegel ve diğer Alman İdealistleri felsefenin tamamıyla bilimsel ve sistematik olması konusunda hemfikirdirler. Ayrıca felsefenin dolaysız, kendi kendisinin nedeni olan, kendisini açıklayabilen bir ilk, temel prensipten yola çıkması gerektiğine inanırlar. Aralarındaki fark ise bu ilk, dolaysız noktanın ne olduğudur. İşte bu noktada belki de Schelling’i, Alman İdealistleri arasında en iddialı varsayımla işe başlayan filozof olarak nitelendirmek yanlış olmaz; çünkü Schelling Kant’ı aşarak ve bir anlamda onun kuşkuculuğunu baştan redderek, felsefenin dolaysız ve mutlak olarak sadece bilinen değil , aynı zamanda da varolan bir prensipten başlaması gerektiğini savunur. Varolmak bu noktada oldukça vurguya değerdir, çünkü bununla birlikte Schelling, açık ve net bir şekilde Kant’ın epistemolojisini(bilgi kuramı) aşıp, ontolojiye(varlıkbilimi) girer; yani bilginin nasıl mümkün olduğundan ziyade, daha temele inerek, varolmanın bilimini irdeleyip, buradan bilginin ve bilimsel felsefenin zorunlu olarak nasıl çıktığı sorununa yanıt arar. (s 110). Dikkat edilirse Kant, bir anlamda varlık sorunundan kaçınmıştır, kendinde-şeylerin nasıl olup da varoldukları hakkında bir felsefesi yoktur. Schelling bu boşluğun doldurulabileceğini iddia eder. Aslında çok ciddi ve zor bir girişimdir ki kendisi de zaman içerisinde bu girişimin sonuç vermeyeceğine dair kuşkuya düşüp , böyle bir felsefenin belki de mümkün olamayacağını bile düşünmüştür.
Peki Schelling’e göre felsefenin birincil ilkesini oluşturan bu öğe ne olmalıdır? Schelling bu öğenin bir “Şey” olamayacağını düşünür, çünkü Şey dolaylıdır, başka bir Şeye koşulludur. Öyleyse o bir düşünce olmalıdır; tamamıyla özgür, birlik içinde, bütün varlığı içinde kapsayan, sonsuz, herşeyin sebebi olan düşünce, kendi kendisi olan , yani “Mutlak Ben”. Öyle ki herşey bu Mutlak Ben’den türesin. O zaman felsefenin temel amacı netleşir; biricik amaç nasıl olup da herşeyin- bu dünyanın- Mutlak Ben’den türediğini, varlığa geldiğini ve deneysel bilginin bununla örtüştüğünü araştırmaktır (s 111).Schelling felsefesine göre Kant eleştirilmelidir, çünkü Kant felsefesi deneyden, bize verili olandan başlar ancak nasıl olup da bunun varlığa geldiğini sorgulamaz. Orta Schelling döneminde , filozofun felsefesi daha net bir kimlik kazanır. Felsefesinin bir ayağı Aşkınsal İdealizm, bir ayağı da Doğa Felsefesidir. İki ayağın da altında yatan Tek ve Mutlak bir felsefedir. Bu yüzden aradaki “rahatsız edici” boşluk bir anlamda kalkmıştır. Aşkınsal İdealizm , süjelerin kişisel deneyiminden objektif gerçekliğin nasıl zorunlu olarak türediğini irdelemekte iken, Doğa Felsefesi de objektif dünyanın bir sonucu olarak süjelerin deneyiminin nasıl olanaklı olduğunu araştırmalıdır. Doğa Felsefesi ayağında da Spekülatif Fizik kavramına girerek, yukarıda belirttiğim çabasına bir isim verir. Doğa ya da dünya, Kant’ın düşündüğü gibi sadece deneysel bilginin olanaklılığını sağlayan bir koşul değil, daha bütünsel ve daha temel bir açıdan bakınca, kendi kendine varolan, bağımsız bir gerçekliktir ve bu gerçeklik açıklanabilir olmalıdır. Bir kez daha görüldüğü gibi Schelling felsefesi, Kant’ın kuşkuculuğunu aşar; Doğanın özelliklerinin a priori kavranabileceğini iddia eder. Bir başka deyişle filozof, Doğa’yı Mutlak olarak bilmek ister (s 119). Bu da Spekülatif Fizik’ten başka bir şey değildir. Deneysel Fizik’ten farklıdır , çünkü deneysel fizik tümevarımla ilerler, deneysel veriyi bir düzene koyar. Bu anlamda Spekülatif Fizik aslında günümüzün Teorik Fizik kavramına yakındır, ama felsefi temel kaygısı Teorik Fizikten görece daha yüksektir. Teorik Fizik , Spekülatif Fizik kadar iddialı değildir; deneysel verilerle uyum içinde olması önemlidir ve deneysel gerçekliğin bir ön modelini oluşturmaya çalışır. En azından şimdilik, Mutlak Tözü, herşeyin varlık nedenini bulma kaygısı ikincildir. Spekülatif Fiziği biraz daha açmak gerekirse, Schelling’e göre iki temel soruya cevap aramalıdır. Spekülatif Fiziğin birinci sorunu ; ilk hareketin nasıl başladığını açıklayabilmektir. Bu atomist-mekanistik bir anlayışla çözülemez, çünkü ne kadar geriye dönersek dönelim hep ilk nedenin ne olması gerektiği noktasında tıkanırız; öyleyse yanıtımız daha bütünsel ve dinamik olmalıdır. İkinci temel sorun ise; tikellerin(particulars) nasıl olup da sonsuz birlikten , tözden çıkıp, bize göründükleri konumda sabit şekilde durabildikleridir (s 121). Günümüz fiziğine göre sadece mekanikle sınırlı, kısmi bir anlayış gibi görünse de, felsefi temeller anlamında önemli bir noktadır ve modern fiziğin felsefi boşluklarını eleştirmek gerekirse, kuşkusuz Alman İdealizminin temel ve vurucu noktalarının genişletilip , modern bilimin mevcut sorunlarına göre güncelleştirilmesi boş bir çaba olmayacaktır. Örneğin, Kuantum Fiziğini bu Doğa Felsefesi açısından irdelemek elbette ilginç bir boyut açacaktır.
Yazının ikinci bölümünü bitirirken, özetle şunu söylemekte fayda var; Schelling felsefesi daha doğrusu Doğa Felsefesi , Kant’ın epistemolojisini yetersiz bulup, onu aşma eğilimindedir ve dolayısıyla daha temel bir noktaya, ontolojiye geçiş yapmaktadır. Bu noktada da Spekülatif Fiziği, doğayı a priori kavrama girişimi olarak öne sürmektedir. Yazının üçüncü bölümünde, Alman İdealizmine yakın felsefi bir bakış açısıyla Modern Fiziğin boşluklarına, özellikle Kuantum Fiziği ve Herşeyin Teorisine değinmeye çalışacağım.
Kaynakça:
Understanding German Idealism, Will Dudley.